Ekim 2012, Ribat
Irak'ta ABD işgali sonrasında oluşturulan yerli saltanatın başına getirilen Nuri el-Maliki'nin en önemli özelliği hem ABD hem de İran tarafından desteklenen kişi olmasıdır. İktidarında kendini bu derece güçlü hissetmesinin ve ülkede yeni bir Saddam diktası kurma yolunda adımlar atma cesareti gösterebilmesinin en önemli sebebi de budur.
Irak'ta İran destekli siyasi oluşumların işgale karşı silahlı direnişe destek vermedikleri aksine işgal güçlerinin yanında çatışmalara katıldıkları zaman zaman konuşulduysa da Türkiye'de çok fazla üzerinde durulan bir konu olmadı. Ancak söz konusu oluşumların bu tutumlarının karşılığını işgalin gölgesinde, özellikle askerî mekanizmada ve polis teşkilatında kadrolaşma imkânlarının ellerine verilmesi suretiyle aldıkları biliniyor. Onların bu tutumu başlangıçta Irak içinde işgale karşı silahlı mücadeleye katılanların tepkisine neden olduysa da Irak dışında özellikle Arap dünyası dışında çok fazla gündeme getirilen ve tartışılan bir konu olmadı.
Bu oluşumlar işgal karşısında izledikleri tutumun meyvelerini daha sonra siyasi yapılanmada da ciddi şekilde almayı başardılar. Nuri el-Maliki de işte bu kadrolaşmanın ve yapılanmanın başını çeken bir köprü adam rolü oynamakla öne çıkmayı ve yeniden yapılanmanın köşe başlarını sıkı kontrol altına almayı başarmıştır. Celal Talabani'nin cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturma atağında İran'ın ve onun yönlendirdiği siyasi grupların desteğini alabilmek için yapılan pazarlıklarda kendinden istenenleri taahhüt etmesinin de Maliki'nin siyasi kadrolaşma projesinin önünü açtığı tahmin ediliyor.
En başta işgalin gölgesinde gerçekleştirilmesi sebebiyle şüpheli bulunan ve özellikle silahlı direnişe katılan akımların birçoğunun boykot ettiği 2010 seçimleri ülke halkının üzerinde ittifak ettiği ve onayladığı bir seçim değildi. Ama işgalin teşvik ettiği ve bu vesileyle uluslararası platformda onaylanan bir seçim olması sebebiyle çıkan sonuçlara itibar edilecekti. Buna ek olarak İran'ın hem seçimleri hem de kendisini desteklemesi Maliki'nin işini kolaylaştırıyordu. ABD bu seçimlerde görünüşte Iyad Allavi'yi destekliyordu ama bazı ortak hesaplar için Maliki'ye de "hayır" demeyeceği izlediği esnek politikadan anlaşılıyordu. Hatta bazılarının yorumuna göre ABD'nin Allavi'yi desteklemesi şeklendi. Birtakım bölgesel etkenlerden dolayı Maliki'yi destekliyor olması ihtimali daha yüksekti.
Seçimlerden Allavi'nin birinci çıkmasına rağmen, Maliki'nin bileğini güçlü kılan diğer unsurların ortaya çıkardığı şartlar nedeniyle Allavi yalnız kaldı ve siyasi iktidarı elinde tutma konusunda başarı gösteremediği için meydanı ona bırakmak zorunda kaldı.
Nuri el-Maliki, 2010 seçimlerine Kanun Devleti adını verdiği bir aday listesiyle girdi. Ancak iktidarı ele aldıktan sonra sergilediği tavır, kanunu değil kılıcı hâkim kılmayı hedefleyen bir siyaset izlemekten yana olduğunu gösterdi. Çünkü kanun, adalet ve hukukun kendi siyasetine onay vermeyeceğini, mafya temelli bir politikayı adalet çerçevesi içine oturtmanın mümkün olamayacağını biliyordu. Irak'ta bunu başarabilmek için de sırtını hem global alanda hem de bölgesel alanda güçlülere dayamak gerekiyordu. O durumda da güçlülerin kılıcı olacaktı. Fakat böyle yapmanın onun açısından bir mahzuru yoktu. Hesapların, siyasetlerin ve planların örtüşmesi durumunda yerine göre güçlülerin kılıcı olmak onun için izzet ve onur sayılacaktı.
Bu vasfını bazen çevrede fırtına estirmek, özellikle Türkiye'ye karşı sert tepki açıklamalarında bulunmak, yerine göre de tehditler savurmak suretiyle ortaya koymaktan çekinmedi. Son dönemde Türkiye'yi hedef alan tepki ve tehditlerinin arka planında Suriye meselesi olduğu, buradaki Baas rejiminin korunması konusunda özellikle İran'ın politikasına destek stratejisinin rol oynadığı biliniyor. O, Baas rejiminin himayesi konusundaki hassasiyetini İslâm İşbirliği Teşkilatı (İİT), Arap Birliği ve bölgesel organizasyonların Suriye'yle ilgili toplantılarını yönlendirme amaçlı çıkışlarında da göstermekten uzak durmadı. Canlarını kurtarmak için kendilerini sınır dışına atan Suriyelilere önce kapıları kapalı tutan sonra da tepkiler üzerine açan Maliki izlediği tutumla onları adeta cezalandırdı. Gelenlerin bölgede bulunan akrabalarının yanında kalmaları bile engellendi. Kötü muamele Irak tarafına iltica edenlerin sayısının da düşük kalmasına yol açtı. Son rakamlara göre Irak'a sığınanların sayısı 22.500 civarındaydı ve onların da büyük çoğunluğunu Irak Kürdistan özerk bölgesine sığınan Kürt asıllı mülteciler oluşturuyordu.
Maliki'nin kurmaya çalıştığı yeni totaliter rejimden en fazla zarar görenler arasında Irak'a daha önce yerleşmiş olan Filistinli mülteciler yer aldı.
Irak'ın yeni yapılanması içinde kadrolaşabilmek için işgal güçleriyle değişik alanlarda ortak faaliyetlere giren bazı gruplar özellikle Filistinli mültecileri hedeflerine yerleştirmeleriyle de dikkat çekiyorlardı. İlginç olan bir şey de zaman zaman işgal güçlerine karşı silahlı çatışmalara giren Mukteda es-Sadr'a bağlı silahlı militanların da Filistinli mültecileri hedefe yerleştirme konusunda aynı politikayı izlemeleriydi. Nuri el-Maliki'nin başbakanlığı devralmasından sonra da hükûmete bağlı güçler zaman zaman Filistinli mültecilerin evlerine baskınlar düzenleyerek onları ülkeyi terk etmeye zorladı, bazılarını tutuklayarak terk etmeyenlere ibret olması için korkunç işkencelere maruz bıraktılar. Bu işkenceler yüzünden hayatlarını kaybedenler de oldu. Ayrıca baskınlardaki saldırılarda, kaçırılarak veya birtakım karanlık cinayetlerle öldürülenler de oldu.
Bütün bu eziyetler, tehditler, işkenceler ve cinayetler Filistinli mültecileri ülkeyi terk etmeye zorladı. Önemli bir kısmı henüz Suriye'deki halk ayaklanmasının başlamasından önce çıkarılmış ve Suriye ile Irak arasındaki bir mülteci kampında çok kötü şartlar altında tutulmuştu. Bunların bazıları daha sonra Güney Amerika ülkelerine yerleştirildi. Bazıları da Avrupa ve Arap ülkelerinde kendilerine sığınak bulmaya çalıştılar.
Filistinli mültecilere yönelik bu şiddetin gerekçesi ise onlara kapıları Saddam'ın açtığı, kaldıkları evlerin kendilerine Saddam rejimi tarafından verildiği ve onun himayesi altında yaşadıkları iddiasıydı. Bu yüzden Saddam'ın elemanları ve ajanları olarak mahkûm edilmişlerdi.
Oysa Irak'taki Filistinli mültecilerin durumu diğer Arap ülkelerine sığınanlardan farklı değildi. Hepsi de kendilerine canlarını kurtaracakları, aile fertlerini barındırabilecekleri bir sığınak bulmaya çalışmış ve muhtelif zorluklara, sıkıntılara katlanarak öz yurtlarına dönme ümit ve arzusuyla hayatlarını sürdürmeye çalışıyorlardı.
Hatırlanacağı üzere ABD'nin Irak'ı işgal ederken gösterdiği hedef bu ülkeyi Saddam zulmünden kurtararak demokrasiye kavuşturmaktı. Bu iddia tabii inandırıcı ve güven verici olmadığı gibi olayları yakından izleyenler nazarında da gülünç bir iddiaydı. Ama yine de bayağı konuşuldu ve Irak işgalinin tartışıldığı, tahlil edildiği her oturumda gündeme getirildi.
Nuri el-Maliki'nin totaliter, baskıcı ve aynı zamanda mafya tarzı yönetim biçiminin iş başına gelmesinden sonra iddianın ne kadar gülünç ve tutarsız olduğu biraz daha net bir şekilde görüldü. Çünkü onun hâkim kılmaya çalıştığı demokrasi tam anlamıyla bir "darağacı demokrasisi" idi.
Onun böyle bir mafya yönetimini hâkim kılma cesareti göstermesi ve kendini bu konuda rahat hissedebilmesi karşıt cephelerde duran güçlerin hesaplarının üzerinde uzlaşma sağlamasından ve her iki taraftan da destek alabilmesinden ileri geliyordu.
Irak'ın yeni dikta rejiminin başına geçen adamın, yanında çalışmak isteyenlere dayattığı bir prensip vardı: Boynunu ya Nuri el-Maliki'ye uzatacaksın, o istediği yöne doğru çekecek sen de adeta bir siyasi köle gibi emredileni yerine getirecek, gizlenmesi gerekeni gizleyecek konuşulması gerekeni de sadece belirlenen çerçevede ve üslûpla konuşacaksın. Diktatörün ülkede kadrolaşmayı tamamlama çabalarına herhangi bir şekilde ayak bağı olmaya kalkışmayacaksın. Nasıl bir mafya çetesinin elemanları elebaşlarının kirli işlerini gizli tutuyor, açığa çıkarmıyorlarsa sen de Irak'ın yeni Saddam'ına karşı aynı hassasiyeti gösterecek, onun yeni yapılanma ve sistemini oturtma planının önünü kesebilecek muhalif çıkışlarda bulunmaya kalkışmayacaksın. Bu prensibe bağlı kalmadığın takdirde de boynuna Maliki'nin sözde yargıçlarının takacağı başka bir ipin takılmasına razı olmaktan başka seçeneğin yoktu. Yani boynuna iki ipten birinin takılmasına razı olmak zorundaydın. Ya diktatörün sürükleyeceği yöne gitmeni sağlayacak yular veya darağacına götürecek yağlı ip. Bunlardan birine razı olmayıp onuruyla yaşamak isteyenler Irak toprakları üzerinde yaşama imkânı dahi bulamıyor, Tarık Haşimi gibi kendilerini sınır dışına atarak birilerinin himayesine sığınmak zorunda kalıyordu. İsterse cumhurbaşkanı yardımcısı veya üst düzey bir hükûmet yetkilisi olsun.
Bağdat'ın yeni Saddam'ı totaliter rejimini oturtmada mafya usûlü bir strateji izlediğinden hedefe doğru ilerlemesine karşı ayak bağı olanları tasfiyede yargısız infaza başvurmaktan de çekinmedi. Hatta yargısız infaz uygulamalarında aynen mafya çetelerinin yaptığı gibi köşeye sıkıştırılması istenen kişilerin yakınlarının tasfiye edilmesi taktiğine başvurulması da düşündürücüydü.
Irak'ta, Maliki cephesi tarafından "istenmeyen adam" ilan edilen Tarık Haşimi'nin bir erkek kardeşi 13 Nisan 2006 tarihinde öldürüldü. Bu olayın üzerinden sadece 14 gün geçmesinden sonra 27 Nisan 2006 tarihinde de kız kardeşi Meysun Haşimi koruma görevlileriyle birlikte evinden çıktığı sırada arabasına binerken bilinmeyen kişiler tarafından vurularak öldürüldü.
Sonrasında da bizzat kendisini ve yakın koruma görevlilerini hedef alan saldırılar ve tehditler başladı. Bu saldırılardan birinde yakın koruma görevlilerinden biri hayatını kaybetti. Bütün bu tehditler karşısında görevini terk ederek önce Kürdistan özerk bölgesindeki bazı siyasilere sığınma ihtiyacı duydu. Ardından tamamen ülkeyi terk etti.
Maliki, sultası Tarık Haşimi'yi güya yargı mekanizmasıyla köşeye sıkıştırmak ve yürüttüğü mafya politikasına aynı zamanda bir yargı kılıfı geçirebilmek için hakkında uluslararası polis ağına yani interpole yakalanma talebi gönderdi. Bu talebini tabii yargı mekanizması vasıtasıyla başlatılan soruşturmaya dayandırdı. Mahkemenin açtığı dava çok fazla uzatılmadan "idam" hükmüyle sonuçlandırıldı. Bu hükmün verilmesinde de güya Haşimi'nin kendi koruma görevlilerinin verdiği itiraflara dayanılmıştı. Koruma görevlileri ise Burasa Camisi'nin bombalanması eylemini kendilerinin gerçekleştirdiklerini ve bu eylem için talimatı da bizzat Haşimi'den aldıklarını söylemişlerdi. Koruma görevlileri güya bunun dışında da muhtelif suçları ve cinayetleri itiraf ediyor, bu suçları işlerken de Tarık Haşimi'yle irtibat halinde olduklarını, talimatları ondan aldıklarını söylüyorlardı.
İtirafların işkence altında alındığı konuşanların hallerinden gayet belirgin bir şekilde anlaşıldığı birçok yorumcu tarafından dile getirildi. Ayrıca verilen hükmün tamamen siyasi amaçlı olduğu, bağımsız bir yargıdan söz etmenin mümkün olamayacağı, yargılayanın bizzat siyasi rakip taraf olduğu, siyasi rakip tarafın aynı zamanda baskıcı ve zorba tutumuyla öne çıktığı bütün açıklığıyla ortadadır. Haşimi'nin koruma görevlilerinin itiraflarını, Maliki'nin güdümündeki yargı mekanizmasının kararına gerekçe olarak gösterenlerin ise aynı işkencelere maruz kalmaları durumunda belki Irak'ta işgalin gölgesinde işlenmiş tüm faili meçhul cinayetleri üstlenmeleri mümkündür.
Irak'ta ortak çıkarların ve hesapların adamı olan Maliki'nin politikalarına destek verenlerin Suriye'de Baas rejimi karşısında karşıt cephelerde oldukları sanılmamalı. Böyle olmadığı ABD'nin, Suriye'deki direnişe herhangi bir şekilde silah desteğinde bulunulmasını engellemesini bir yana koyalım insanların Baas vahşetine karşı canlarını güvenceye alabilecekleri uçuşa kapalı bir tampon bölge oluşturulmasına bile ısrarla karşı çıkmasıyla gayet açık bir şekilde görülmüştür.
Suriye'deki dikta rejiminin tasfiye edilmesi durumunda, bölgedeki zulüm rejimlerine başkaldıran halkların kurduğu ve kuracakları yeni yönetimler arasında oluşabilecek güç birliğinin siyonist işgal devletini ciddi şekilde endişelendirdiği değişik açıklamalarda ve yorumlarda dile getirildi. O yüzden Suriye halkının hak ve özgürlük mücadelesinin herhangi bir dış baskının etkisinde kalmadan, uluslararası güçlerin yönlendirmelerinden bağımsız bir şekilde zafere ulaşması siyonist işgalin geleceğiyle ilgili endişeler taşıyan ABD'nin kabullenebileceği bir şey değildir. Ondan dolayı ABD etkisindeki Arap Birliği ve BM tarafından gündeme getirilen çözüm formülleri sadece Beşşar Esed'e mühlet kazandırmakla kalmış, direnişin bileğini güçlendirebilecek en basit bir şey ortaya koymamıştır.