11 Ağustos 2011 Perşembe, Yeni Akit
Başbakan R. Tayyib Erdoğan'ın Suriye'deki katliamlara tepkisini dile getirmek için yaptığı açıklama etrafında muhtelif yorumlar yapıldı. Suriye rejiminin sözcüsü Bayan Buseyna Şaban da sert bir üslupla karşılık verdi. Bu sert çıkışlara ve Şaban'ın Davudoğlu'nun mesajlarına sert bir dille karşılık verileceğini söylemesine rağmen Davudoğlu planlanan ziyareti gerçekleştirdi ve hayli uzun süren görüşmeler yapıldı. Bütün bu gelişmeler yüzünden ilgi Türkiye üzerine yoğunlaşmış durumda ve zihinlerde; "Acaba Türkiye'nin tavrı Suriye'de kan akışını durdurabilecek mi? Durduramazsa Türkiye doğrudan müdahaleye geçerek bu ülkedeki dikta rejiminin askerî güçlerinin önünü kesebilecek mi?" soruları var. Geçtiğimiz gün Davudoğlu'nun ziyareti hakkında benimle bir telefon röportajı yapan Cezayir Uluslararası Radyosu'nun özellikle üzerinde durduğu sorulardan biri de "önümüzdeki günlerde Suriye'de bir değişiklik bekliyor musunuz?" sorusuydu. Anladığım kadarıyla siyasi çizgileri ve kanaatleri ne olursa olsun bütün herkeste acil değişim temennisi var ve beklentiler de Türkiye'nin girişimleri üzerine odaklanmış.
Suriye'deki rejim zaman zaman yaptığı açıklamalarda Türkiye'nin tutumunu içişlerine karışma olarak niteleyip sert tepkiler gösterdi. "İçişlerine karışma", dikta rejimlerinin kendi halklarına yönelik zulüm ve şiddet uygulamalarının önünün açık tutulması için çok sık kullandıkları bir bahanedir. Oysa insanların caddelerde, sokaklarda hunharca katledilmesi, evlerine gece baskınları düzenlenerek bilinmeyen yerlere götürülmeleri, öldürülüp cesetlerinin ırmaklara savrulması bir "içişleri sorunu" olamaz. Tam bir insanlık dramıdır ve "ulusal devlet" anlayışına göre çizilmiş sınırları aşarak "ben insanım" diyen herkesi ilgilendirir.
Sayın Davudoğlu'nun ziyareti hakkında muhatap olduğum sorular ve okuduğum yorumlar gerek Türkiye içinde, gerekse dışında hadiselere bir "fiili müdahale" beklentisinin öne çıktığını gösteriyor. Tabii bu arada ziyaret öncesinde hem ABD'nin Ankara büyükelçisinin Dışişleri Bakanlığına yaptığı ziyaret, hem de ABD Dışişleri Bakanı Bayan Clinton'un telefon bağlantısı kurarak kendi mesajının da iletilmesini istemesi bir "yönlendirme" havası vererek kafaları bulandırdı. "Türkiye kendi adına değil uluslararası mekanizma ve özellikle ABD adına hareket ediyor" diyenler için de gerekçe oluştu.
ABD'nin söz konusu girişimleri sinsi bir taktiktir ve hem "ipler bizim elimizdedir" mesajı verme hem de katliamlara dur demenin doğurduğu müspet havaya el koyma amacı taşımaktadır ki normalde büyük katliamlara yol açan saldırılarıyla tanıdığımız Amerikan emperyalizmi bu sinsi stratejiyi sürekli kullanıyor. Amerikan emperyalizminin bu sahtekârlıklarının önünü artık kesmek lâzım. Böyle kritik bir konumda ABD büyükelçisinin randevu talebinin ziyaret sonrasına ertelenmesi, Bayan Clinton'a da "mesajınızı Vaşington'dan göndereceğiniz bir heyetle iletmeniz çok daha etkili olacaktır" cevabının verilmesi isabetli olurdu. Böylece ziyarete ABD kiri bulaşmazdı.
Suriye'deki katliamların durdurulması için bir "müdahale" denince de ilk akla gelen şey askerî müdahale oluyor. Türkiye'nin bağımsız bir şekilde yapacağı veya kendini "uluslararası toplum" olarak nitelendiren hâkim güçlerle işbirliği içinde yapılacak Libya'ya yönelik müdahale benzeri bir "askerî müdahale". Böyle bir müdahale ne kan akmasını durduracak, ne direnişin önünü açacak, ne de kısa sürede Suriye'deki rejimi zayıflatacaktır. Bir yanda rejimin kullandığı şiddeti mazur göstermenin gerekçesi oluşturulurken diğer tarafta da direnişin değil olaylara müdahale eden emperyalist güçlerin gidişata hâkim olmasının önünü açacaktır. İki taraftan birinin kontrolü tamamen ele geçirmesine kadar da kan akışı sürekli artarak devam edecektir. İki taraftan hangisi kontrolü ele geçirirse geçirsin bu, adaletin değil zulmün hâkimiyeti ele geçirmesine ve kendi hesabına şiddeti artırmasına imkân sağlayacaktır.
Suriye'de halkın özgür iradesiyle yönetimde söz sahibi olabileceği ve Allah'ın istediği adaletin uygulanabileceği bir yapıya zemin oluşturacak müdahaleye ihtiyaç var. Bu konudaki düşüncelerimi de biraz ayrıntılı olarak dile getirebilmek için söze devam etmekte yarar görüyorum.
12 Ağustos 2011 Cuma, Yeni Akit
Dünkü yazımızda askerî müdahalenin Suriye'de kan akmasını durdurmayacağını ve direnişin önünü açmayacağını dile getirmiştik. Suriye muhalefetinin penceresinden baktığımız zaman da aynı sonuca varırız. Bu muhalefetin bir gerilla savaşı başlatmasına nasıl olumlu bakılmıyorsa dışarıdan askerî müdahalenin olumlu sonuç getireceğini beklemek de zordur. Bunun bir tecrübesi Libya'da yaşandı. Gerilla savaşına hızlı girilmesi Libya diktasının şiddeti artırmasına ve saldırıları yaygınlaştırmasına gerekçe oluştururken gerilla güçleri aynı dozda karşılık verememe sıkıntısı yaşadılar. Sonrasında da rejimin orantısız güç kullanması bahanesiyle dışarıdan askerî müdahalede bulunulması kendilerini "uluslararası toplum" diye yutturan emperyalist güçlerin gidişatı yönlendirme fırsatı elde etmesine imkân sağlarken kan akışı da durmadı bilakis geniş zamana yayıldı. Bu da rutinleşmesine, kulakların ve gözlerin artık oradaki hadiseleri içselleştirmesine yol açtı. Aynı risk Suriye için de söz konusudur. Üstelik Suriye'deki rejimin tutumunu mazur göstermek için kendilerine dayanak arayanların da basite alınamayacağını dikkatten uzak tutmamak gerekir.
O yüzden her ne kadar Suriye rejimi, karşısındaki sivil muhalefete askerî şiddet uyguluyor ve bu şiddete maruz kalanlar aynı dozda karşılık vermeye yetecek güçten tamamen yoksun olmanın sıkıntısını yaşıyorlarsa da müdahale yine askerî değil sivil alanda olmalıdır.
Sivil müdahalenin başında enformasyon gelir. Suriye rejiminin uyguladığı şiddet ve zulüm karşısında enformatik tepkinin çok cılız ve yetersiz kaldığını itiraf etmek zorundayız. Bunda Suriye rejiminin çökmesinin İsrail ve ABD'nin işine yarayacağı iddialarından yola çıkan lehte faaliyetlerin de önemli rolü var. Lehte faaliyetler hem Baas diktasını yıpratan enformatik faaliyetlerin önünü kesti hem de dengeleme yaptı.
Lehte faaliyetlerden kaynaklanan engeli aşmak için en başta Baas zulmünü, katliamlarını mazur göstermenin, Baas diktasına geçirilen kılıfı onun vahşi katliamlarının gerekçesi olarak göstermenin ayıp ve utanç verici olduğunu kabul ettirmek için çok yoğun ve etkin bir kampanya başlatmalıyız. Bunu başarabilmek için profesyonel medyanın yanı sıra "kitlesel medya" diyebileceğimiz mekanizmaya da büyük görev düşüyor. Kitlesel medya ile ne kastettiğime açıklık getireyim. Bugün internet, bilgi paylaşımı kanalları ve iletişim araçları çok büyük bir imkândır. Ama ne kadar ilginçtir ki bu imkânı Suriye'de vahşi katliamlar gerçekleştiren dikta rejiminin arkasında duranlar çok daha cesaretli bir şekilde kullanabiliyorlar. Her ne kadar o katliamlara karşı birtakım tepkiler bu araçlara ve kanallara yansısa da saldırılara hedef olan mağdur kesimleri suçlu, eşkıya, fitneci, ABD kuklası olarak gösteren dezenformasyon faaliyetleri bir dengeleme yapıyor ve Baas diktasını zorlayacak bir "sivil toplum" cephesi oluşturulmasını engelliyor.
Sivil müdahalenin ikinci ve aynı zamanda enformasyon alanındaki çalışmaları pratiğe yani cepheye taşımanın en önemli kanalı ise sivil toplum kuruluşlarıdır. Bu alandaki çalışmaların da yetersiz ve cılız olduğu bir gerçektir. Artık bu tür faaliyetlerin duayeni olmuş belli sivil toplum kuruluşları ile onların toplayabildiği birkaç yüz kişilik grupların meydanlara taşıdığı tepkiler Baas diktasını geri adım atmaya zorlayacak bir sivil cephe oluşmasını sağlamıyor. Diyebilirim ki çoğu zaman bizim burada meydanlara çıkardığımız insan sayısı Baas diktasının insanların üzerine sürdüğü tank sayısına bile ulaşmıyor. Şunu açık bir dille ifade edelim ki ekranların karşısına geçip de gördüğümüz manzaralar karşısında "vah vah eyvah" demekle Suriye'deki Baas vahşetine karşı gerçek anlamda bir tavır koymuş olamayız.
Sivil müdahalenin tabii ki önemli bir boyutunu da diplomatik faaliyetler oluşturuyor. Bu faaliyetlerin birinci hedefi Suriye'deki rejimi saldırgan tutumunda yalnızlaştırmak olmalıdır. Bugün böylesine cüretkâr olabilmesinde saldırgan tutumunda bile yalnız bırakılmamasının, destek görmesinin önemli rolü var. Sadece Suriye diktasına yüklenilmekle yetinilmeyip, söz konusu desteği verenlere yaptıklarının ayıp ve insanlık adına utanç verici olduğunu kabul ettirmek için de diplomatik faaliyetler yürütülmelidir.