Müslüman Kardeşler'e Yönelik Eleştiriler ve Cevaplar

5-6 Mayıs 2012 tarihlerinde Ankara'da düzenlenen sempozyum için hazırladığımız metin

Eleştiri, Gerekçeleri ve Sebepleri

Eleştiri herhangi bir kişi, kuruluş veya oluşumdaki yanlışın, kusurun gün yüzüne çıkarılıp gündeme getirilmesidir.

Yanlış ve kusur ise iki türlüdür. Birinci gruba girenler yanlış ve kusur olduğu üzerinde ittifak sağlanan davranış, hareket ya da seçimlerdir. İkinci gruba girenler ise sadece eleştiride bulunan tarafın yaklaşımına göre öyle olanlardır. Bunlardan ikinci gruba girenlerde zaten ihtilaf, görüş ayrılığı vardır ve eleştiride bulunanla eleştiriye maruz kalan tarafın tercihleri farklıdır. Bunlardan biri isabetli diğer isabetsiz olabileceği gibi tarafların içinde bulundukları şartlardan dolayı seçimlerinin farklı olması da mümkündür.

Birinci gruba giren yani yanlış olduğunda ittifak edilen hata ve kusurlarda kasıt olması veya kasıtsız bir yanılgı olması ihtimali vardır. Kasıt olması durumunda ise hata ve kusur sahibinin böyle bir yanlışı yapmasının iki ayrı sebebi olabilir. Birincisi tamamen kendi iradesi dışında zorlayıcı sebeptir. İkincisi ise böyle bir sebep olmaksızın tamamen kendi irade ve isteğiyle seçmiş olmasıdır.

İşte bütün bunları göz önünde bulundurursak eleştiriden yola çıkınca hemen mahkûm etme hakkını elde etmiş olamayacağımızı göz önünde bulundurmamız gerekir. Çünkü yolun başlangıcında eleştiride bulunan tarafın yanılıyor olması ihtimali vardır. İmam Şafii'nin şu sözü de bu konuda güzel bir üslûp sunmaktadır:

"Bizim görüşümüz doğrudur, yanlış da olabilir. Başkasının görüşü yanlıştır doğru da olabilir. Kim bizim söylediğimizden daha tutarlı bir şey ortaya koyarsa onu alırız."

Eleştiride bulunan taraf yanılıyor olmasa bile eleştiriye maruz kalan tarafın içinde bulunduğu şartlar tercihini haklı kılıyor olabilir. Dolayısıyla ikinci merhalede hata veya kusur olarak gördüğümüz seçimin hangi şartlara ve gerekçelere dayandırıldığına bakmamız gerekir.

Üçüncü merhalede nazarı dikkate almamız gereken husus hatanın kasıtlı mı yoksa yanılgı sebebiyle mi olduğunu iyi değerlendirmektir.

Dördüncü merhalede de zorlayıcı bir sebep altında mı yoksa tamamen serbest irade ve istekli bir şekilde mi tercih edildiğine bakılması gerekmektedir.

Eleştiri Niçin Yapılır?

Eleştiri, eleştiride bulunan tarafın niyet ve amaçlarına göre de farklılık arz eder. Çünkü bazıları eleştiriyi sadece muhatabın herhangi bir hatasını veya kusurunu ortaya çıkarıp yıpratmak amacıyla yaparlar. Bu gibilerin isteği eleştirdikleri hatanın düzeltilmesini, kusurun ortadan kalkmasını sağlamak değil hedef aldıkları tarafın kötülenmesini, yıpratılmasını ve dışlanmasını sağlamaktır.

Bazıları ihtilaflı oldukları taraflarla ayrıldıkları hususlarda kendilerinin haklı olduklarını ispat amacıyla eleştiriyi bir araç olarak kullanırlar. Bu gibiler bazen mutlak doğrunun kendilerinde olduğu başkalarının kendilerinden ayrıldıkları tüm hususlarda yanıldıkları düşüncesiyle hareket ederler.

Bazılarının amaçları ise eleştirdikleri tarafları hatalarını görmeye ve düzeltmeye yöneltmektir. İşte bunların amacı ıslah, iyileştirmedir ve bu amaçla eleştiride bulunanları özellikle iyi niyetli olarak değerlendirebiliriz. Ancak genel anlamda topluma zararlı ve olumsuz tarafları ağır basan kişi veya akımların kusurlarının ortaya çıkarılmasını ve böylece dışlanmalarını sağlamak isteyenler de her zaman art niyetli olarak nitelendirilemez.

Bilgi ve Haber Her Zaman Doğru mudur?

Eleştiri aynı zamanda bir suçlamayı, ithamı beraberinde getirir. Ancak birileri hakkında ithamda bulunurken ya bizzat şahit olduğumuz gelişmeyi nazarı dikkate alır ya da başkalarının getirdiği haberlere, verdikleri bilgilere inanırız. Gerek kendi şahit olduğumuzu tahlilde gerekse başkalarının getirdiği bilgiye inanmada yanılıyor olma ihtimalini göz önünde bulundurmak gerekir. Bu konularda Kur'an ve sünnet bize güzel metotlar sunuyor.

Gördüklerine yaklaşım konusunda, mü'minlerin annesi Hz. Aişe (r.anha)'nın Beni Mustalik gazvesinde geride kalması olayını kötü bir itham ve şüphe konusu yapanlar ciddi bir yanılgıya düşmüşlerdi. Bundan dolayı Yüce Allah "Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının. Şüphesiz bazı zanlar günahtır." (Hucurat, 49/12) diye buyurur. Başkalarının getirdiği haberlere yaklaşım konusunda da şu uyarıda bulunur: "Ey iman edenler! Eğer bir fasık size bir haber getirirse onun aslını araştırın. Yoksa bilmeden bir kavme sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz." (Hucurat, 49/6)

Dolayısıyla eleştiri konusu olan kusur ve hatayla ilgili bilginin zan değil kesinleşmiş tespit, getirilen bilginin de uydurma değil doğru bilgi olduğu hakkında en azından güçlü bir kanaat oluşması gerekir.

Ayrıca bilginin yahut seçimin doğrulanması konusunda da farklılıklar olabilir. Bazı bilgiler veya seçimler doğruluğu mutlak olan bir kaynağa dayandığı için doğru kabul edilir. Bazıları doğruluğu üzerinde insanların ittifak ettiği veya çoğunluğun kabullendiği türdendir. Ama bazıları üzerinde de ittifak oluşmamıştır. Herkes kendi çizgisine, metoduna ve anlayışına göre bir seçim yapar.

Eleştirinin Hedefindeki Müslüman Kardeşler

Müslüman Kardeşler cemaati, Müslümanların ümmet kimliğini kaybetmelerinin, bu ümmetin birliğini ve gücünü temsil eden hilafet müessesesinin ortadan kaldırılmasının ve Müslüman halkların etnik kimliklerine göre küçük coğrafi parçalara bölünmeleri sonrasında yeniden kaybettiklerine kavuşmaları ve İslâm'ın sadece fert hayatında değil toplum hayatında da bir ölçü kabul edilmesi için ortaya çıkan ilk örgütlü yapılanma olduğundan mesajı hızlı bir şekilde çevreye yayıldı. Sonraki dönemlerde de mümkün olduğunca itidal çizgisinde kalmaya özen gösterdiğinden sunduğu çalışma metodu kabul görmüş ve İslâm coğrafyasının her tarafında hızlı bir şekilde etkisini göstermiştir.

Ancak bu şekilde hızlı yayılması ve geniş bir coğrafyada kabul görmesi bir yandan da eleştirilerin hedefi olmasına yol açmıştır. Biraz önce zikrettiğim amaçların her birini ayrı ayrı görebileceğimiz farklı nitelikte eleştirilere maruz kalmıştır. Genel anlamda ifade etmek gerekirse bu eleştirilerin bazıları bu cemaati tamamen yıpratma ve gücünü zayıflatma, bazıları alternatif örgütlenmelerin onun yerini almasını sağlama, bazıları da onu kusurlarından arındırarak ıslah ve iyileştirme amaçlıdır.

Cemaat geniş bir alana yayıldığından eleştiriler de aynı derecede geniş alan şartlarına ve etkenlerine göre olmuştur. Her bölgede o bölgenin baskın yapılarına, toplumsal etkenlerine ve yönlendirici unsurlarına göre eleştiriler yapılmıştır. Doğal olarak bu eleştirilerin bazılarından cemaatin fikir adamlarının ve yönetici kesiminin haberi bile olmamıştır. Kendilerine ulaşan eleştirileri ise yöneltilişindeki amaca ve isabetlilik derecesine göre gözden geçirerek savunma yapmışlardır.

Eleştirilere Müslüman Kardeşler'in Cevapları

Eleştiriye cevap her zaman kendini haklı çıkarma amaçlı olmaz. Bazen de eleştirinin haklılığı göz önünde bulundurularak eleştiriye konu olan fiil veya seçime iten sebeplerin ortaya konması suretiyle bir savunma yapılabilir. Müslüman Kardeşler'in kendisine yöneltilen eleştirilere yaklaşımında doğruluk ve haklılık ihtimaline en çok pay ayıran akımlardan biri olduğunu, "biz yaptıysak doğrudur" ön yargısıyla hareket etmekten kaçındığını söyleyebiliriz. O yüzden amacı ıslah olan eleştiriyi her zaman bir dost uyarısı olarak algılamayı tercih etmiştir. Fakat kendini savunma, haklı ve isabetli olduğunu düşündüğü hususlarda dayandığı delilleri ortaya koyma hakkını da kullanmıştır.

Eleştiriler bu cemaatin yayıldığı coğrafi alan nispetinde bir konu çeşitliliğine sahip olduğundan hepsini burada sıralama ve hepsiyle ilgili cevaplarını bütün ayrıntılarıyla sunma imkânımız bulunmamaktadır. O yüzden ağırlıklı olarak Türkiye'de gündeme gelen eleştirileri ve bu eleştirilere verdikleri cevapları öne çıkarmayı daha faydalı görüyoruz.

Eleştirilere genel anlamda göz attığımızda Arap dünyasında daha çok selefi akımların yönelttiği, ağırlıklı olarak da bazı itikadi meselelerle ve Müslüman Kardeşler'in tasavvufa bakışıyla ilgili soruların öne çıktığını görürüz. Türkiye'de ise bilindiği üzere en çok tartışılan konuların başında bu cemaatin parti kurması, parlamentoya girmesi ve demokrasiye kayması gibi konular yer almıştır.

Biz bunlardan öne çıkanları ele alacak ve yöneltilen sorulara bizzat cemaatin verdiği cevapları ilginize sunacağız. Bu hususun, yani vereceğimiz cevapların bizzat cemaatin kendi cevapları olduğunu özellikle vurgulamakta yarar görüyorum. Cevaplar konusunda en çok yararlandığımız kaynağın ise bu konuda en kapsamlı ve cemaat mensupları tarafından önemsenen eser olan, Mısır'ın ileri gelen ilim adamlarından Prof. Tevfik el-Va'i'ye ait "el-İhvanu'l-Muslimun Kubra'l-Harekâti'l-İslâmiyye Şubuhat ve Rudud (İslâmî Oluşumların En Büyüğü Müslüman Kardeşler: Eleştiriler ve Cevaplar)" adlı kitaptır. Kendisi de bu cemaatin bir mensubu olan Tevfik el-Va'i, lisans, yüksek lisans ve doktora öğrenimini İslâmî ilimler alanlarında Ezher Üniversitesi'nde tamamlamış, uzun bir süre burada öğretim görevlisi olarak çalıştıktan sonra Kuveyt Üniversitesi Şeriat Fakültesi'nde Akaid ve Davet bölümlerinde öğretim görevlisi ve bölüm başkanı olarak görev yapmıştır.

Tasavvuf Konusundaki Eleştiriler

Tasavvuf Türkiye'de bazı kesimler tarafından "küfre götüren sapık bir yol" tanımlaması altında tümüyle red tarzında değil içeriği yönünden eleştiriye maruz kalmışsa da İslâmî camianın genelinde bir nefis terbiyesi ve ahlâk eğitimi olarak kabul görmüştür. Ancak Arap dünyasında selefi akımların da etkisiyle daha sert eleştirilere maruz kalmış ve böyle sert eleştiride bulunanların bir çoğu tarafından da küfre götüren sapık bir yol olarak tanımlanmıştır. O sebeple Müslüman Kardeşler'in tasavvufa itidalli yaklaşımı ve bu akıma mensup olanları tekfir etmemesi, kurucusu İmam Hasan el-Benna'nın da gençlik döneminde tasavvufla bağlantısının olduğuna dair bilgiler yüzünden eleştirilere maruz kalmıştır.

Müslüman Kardeşler'e bu konuda yöneltilen eleştiriler Türkiye'de çok fazla gündeme gelmiş olmasa da cemaatin bu konudaki eleştirilere verdiği cevapları özetle aktarmakta yarar görüyoruz.

Tevfik el-Va'i "Bu konuda sert eleştiride bulunanlara, 'tasavvuf nedir ve mutasavvıflar kimlerdir?' diye sorsanız, kesin 'sapık ve saptırıcı küfre düşmüş bir fırkadır' cevabı vereceklerdir" diye hatırlatmada bulunduktan sonra ilim adamlarının tasavvufla ilgili görüşlerinden şu bilgileri aktarır:

Dinde bidat ve bidatçılar hakkında bir kaynak eser kabul edilen el-İ'tisam'ın yazarı İmam Şatibi gibi köklü ilim sahibi bir ilim adamı söz konusu eserinin 89-91. sayfalarında bu konuya yer verirken tasavvufun Resûlullah (s.a.s.)'ın sünnetine uygun zikir, zühd ve eğitim tarzı ile şer'i ölçülerin dışına çıkan bidatlerini birbirinden ayırmak gerektiğine dikkat çeker. Şatibi; "zamanımızda yaygınlaşan bidatler ve uygulamalar sebebiyle adeta Hz. Muhammed (s.a.s.)'in getirdiği şeriattan ayrı bir şeriat icat etmiş akımlar ortaya çıktığından bunlar sünnet dairesi içinde kalanları unutarak yeni bir ibadet tarzı icat etmeyi sahih uygulama sanıyorlar" diyerek geçmişte sünnete önem veren Fudayl bin İyaz, İbrahim ibnu Edhem, Zunnuni Mısri, Yahya ibnu Muaz er-Razi, Süleyman ed-Darani gibi tasavvuf büyüklerinin, bidatlerden uzak durarak sünnet dairesi içinde kalmanın önemine dikkat çeken sözlerinden örnekler veriyor.

Prof. Tevfik el-Va'i, Müslüman Kardeşler'e bu konuda yöneltilen eleştirilere cevabında İbnu Teymiyye'nin tasavvufla ilgili görüşlerine de açıklık getirerek şu bilgileri veriyor:

İbnu Teymiyye'ye göre tasavvufun ilk çıkış yerinin Basra olduğu bildirilir. Bu bölgede ibadet ve zühd düşkünü bir kesim hakkında bu isimlendirmenin kullanıldığı ifade edilmiştir. Aynı şekilde Kufe'de fıkıh öğrenen ve ilimle meşgul olan içtihat ehli bazı kimseler hakkında yün elbise giymeleri sebebiyle bu adın kullanıldığı da söylenmiştir. Ancak yün elbise giymeyi bir prensip haline getirmiş değillerdi. İbnu Teymiyye daha sonra ilk dönemdeki sufilerin yaşayışlarında ibadet, zühd ve takvaya önem vermelerinden hatta bazılarının Kur'an-ı Kerim dinlerken, âyetlerdeki uyarının tesiriyle kendilerinden geçmelerinden örnekler verir ve bunlardan hayatını kaybeden Ebu Cuheyr el-A'ma'nın kıssasını dile getirir. İbnu Teymiyye bu haller hakkında ilim adamlarının ihtilaflarına da dikkat çeker. Bazı âlimlere göre bunun sahabenin haline aykırı olduğuna dair görüşlerini dile getirdikten sonra ne gibi durumlarda mazur sayılacağı hakkında ayrıntılı bilgiler verir. Ardından peygamberlerden sonra en yüksek derecede olanların sıddıklar olduğuna dikkat çekerek Basra ve Kufe'de ilim ehli, fıkıh imamı, ibadet ve zühd düşkünü insanların kendi içtihatları doğrultusunda Allah'a ve Resûlullah (s.a.s.)'a itaate önem veren sıddıklar olduklarını dile getirir.

İbnu Teymiyye daha sonra ortaya çıkan uygulamalar sebebiyle insanların onlar hakkında iki farklı uca doğru kaydıklarına, bazılarının onları sünnetten çıkmış bidatçı kesim olarak nitelerken bazılarının da peygamberlerden sonra insanların en seçkin tabakası olarak nitelediklerini bunların her ikisinin de yanılgıda olduklarını vurguladıktan sonra şu ifadelere yer verir:

"Doğrusu ise şudur: Onlar, Allah'a itaat ehli diğer kimseler gibi Allah'a itaat konusunda içtihat etmişlerdir. İçlerinde içtihadı doğrultusunda Allah'a yaklaşmak için önde gidenler vardır. Ehl-i yemin olarak niteleyebileceğimiz orta düzeyde olanlar vardır. Her kesimin içtihat edip de yanılanı, günâh işleyip tevbe edeni veya etmeyeni vardır. Ancak onlara nispet edilip de tamamen bidatlere saplanan veya zındıklığa düşenler de vardır. Tasavvufun muhakkik (araştırıcı) mensuplarına göre, Hallac gibi bu nitelikteki kişiler onlardan değildir. Tasavvufun şeyhlerinin birçoğu onu reddetmiş ve tarikat dışında görmüşlerdir."

Müslüman Kardeşler'in kurucusu İmam Hasan el-Benna'nın on iki yaşlarındayken Hasafiyye tarikatıyla ilişki içine girdiği anılarında geçmektedir. İmam el-Benna bu tarikattan zikir vazifeleri aldığını belirtir ve söz konusu tarikatın istikamet üzere olmaya özen gösterdiğini de dile getirir. Babasının bu tarikatın zikir derslerini ihtiva eden Ruzukiyye Zikirleri'nin kaynaklarını ortaya koyan güzel bir talikler (dipnotlar) mecmuası yazdığını ifade ettikten sonra, bu zikirlerin tümünün ayetlerden ve sahih hadislerden alındığını, felsefi terimler, dua tarzı derlemeler, yabancı sözler içermediğini ifade eder. Tarikatın kurucusu Seyyid Hasaneyn'in de, İmam Şafii'nin fıkhı üzere ilim tahsil etmiş, şer'î ilimlerde derin bilgilere sahip Ezherli bir âlim olduğunu söyler. Bu zata olan muhabbetinin sebepleri hakkında da genişçe bilgi verir.

İmam el-Benna daha sonra Beşinci Kongre risalesinde Müslüman Kardeşler'in tasavvufi bir cemaat değil çok yönlü bir hareket olduğunu dile getirerek şu bilgileri vermiştir:

"Şüphesiz Müslüman Kardeşler'in çağrısı;

1.Selefi bir davettir. Çünkü onlar İslâm'ın, Allah'ın kitabı ve Resûlullah (s.a.s.)'ın sünnetinde sunulduğu haliyle sade şekline dönüşe davet etmektedirler.

2.Sünni bir yoldur. Çünkü onlar kendilerini her konuda, özellikle de inanç ve ibadet konularında temiz sünnete göre hareket etmeye, yollarını bu sünnete göre belirlemeye yöneltiyorlar.

3.Sufi bir hakikattir. Çünkü onlar iyiliğin özünün nefsin temizlenmesinde, kalbin arındırılmasında, amelde devamlılıkta, yaratılandan yüz çevirip Allah sevgisini kazanmakta, hayırla bağlantıda olduğunu biliyorlar.

4.Siyasi bir oluşumdur. Çünkü onlar içeride yönetimin iyileştirilmesini, İslâm ümmetinin dışarıdaki diğer toplulukların ileri gelenleriyle itidal çizgisi üzere ilişkilerinin kurulmasını, toplumun izzet, onur ve ulusal değerlerinin korunması konusunda azami gayret üzere eğitimini istiyorlar.

5.Bir spor kulübüdür. Çünkü onlar bedensel gelişimlerine önem verir ve güçlü mü'minin zayıf mü'minden hayırlı olduğunu, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in "bedeninin de senin üzerinde hakkı vardır" diye buyurduğunu bilirler. İslâm'ın yüklediği yükümlülüklerin eksiksiz ve sağlıklı bir şekilde yerine getirilebilmesinin ancak sağlıklı bir bedenle mümkün olduğunu, namazın, orucun, haccın, zekâtın yüklediği yükümlülükleri eksiksiz yerine getirebilmek, rızkı eksiksiz temin edebilmek için sağlam bedene ihtiyaç olduğunu bilirler.

6.İlmî kültürel birliktir. Çünkü İslâm tüm Müslüman kadın ve erkeklere ilim edinmeyi farz kılmıştır. Müslüman Kardeşler'in teşkilatları da gerçekte ilim ve kültür öğreten okullar, beden, akıl ve ruh terbiyesi veren birer enstitüler niteliğindedir.

7.İktisadi şirkettir. Çünkü İslâm bir yönüyle malı değerlendirmeyi ve onu kazanca dönüştürmeyi ifade eder. Bu dinin peygamberi (s.a.s.) "İyi adam için iyi mal ne değerli bir şeydir" diye buyurur. Yine şöyle buyurur: "Kim kendi elinin işiyle bir testi ürün üretmiş olarak akşamlarsa bağışlanmış olarak akşamlar." "Allah, meslek sahibi mü'mini sever."

8.Toplumsal düşüncedir. Çünkü onlar Müslüman toplumun hastalıklarıyla ilgilenir, onların tedavisinin yollarına ulaşmaya çalışır, ümmetin bu hastalıklardan şifa bulması için çaba harcarlar.

İşte bu şekilde İslâm'ın kapsamlılığı bizi de iyileştirme konusunda kapsamlı bir düşünce geliştirmeye, İhvan'ın faaliyetini böyle hayatın bütün alanlarını içine alacak şekilde geniş çaplı olmaya yöneltmiştir."

Tevfik el-Va'i de, İmam el-Benna'nın burada Müslüman Kardeşler'i selefi bir davet ve tasavvufi bir hakikat olarak tanımlamasına dikkat çekerek; onun kendilerini tasavvufi bir tarikat değil hakikat olarak nitelediğini vurgular.

İmam el-Benna ayrıca Gençlere Risale'sinde şu ifadelere yer verir:

"Ey Gençler! Müslüman Kardeşler'in kendilerini İslâm'ın sadece ibadetler kısmından oluşan dar bir alana sıkıştırmış, düşünceleri yalnızca namaz, oruç, zikir ve tespihten ibaret dervişler topluluğu olduğunu düşünen yanılmıştır. İlk Müslümanlar İslam'ı bu şekilde algılamamışlardı. Ona bu şekil üzere iman etmiş değillerdi. Fakat onu inanç ve ibadet, vatan ve ülke, halk ve madde, kültür ve kanun, müsamaha ve güç olarak algılamışlardı. Ona hayatın bütün alanlarını kapsayan, ahireti düzenlediği gibi dünya hayatını da düzenleyen bütüncül bir hayat düzeni olarak inanmışlardı. Onu ameli ve manevi bir düzen olarak görmüşlerdi. Bu düzen onların nazarında din ve devlet, mushaf ve kılıçtı."

İmam el-Benna aynı zamanda Risalelerinde tasavvuf adına insanlara tavsiye edilen sünnete aykırı, bidat ve hurafelere yönelik eleştirilerine de yer verir.

Müslüman Kardeşler'in Siyasi Faaliyetlerine Yöneltilen Eleştiriler

Müslüman Kardeşler'in İslâm'ın hayatı bütün yönleriyle kapsayan bir nizam olduğu inancıyla yola çıkmış bir cemaat ve hareket olduğu bilinir. Bu inancı gereği de hayatın tamamını kapsayacak çalışmalar yapabilmek için çeşitli girişimlerde bulunma ihtiyacı duymuştur. Eğitimden sağlık alanına, basın yayından ekonomiye faaliyet yapma imkânı bulabileceği bütün alanlara girmeye çalışmıştır. Aslında bu tür farklı çalışma alanlarına diğer İslâmî oluşumların da girdiğini görüyoruz. Bunların tümü de hâkim sistemlerin verdiği ruhsatlarla, koyduğu kurallara göre ve çizdiği sınırlar dairesinde yürütülmüştür. Fakat ilginçtir ki bütün bu çalışmaların yürütülmesinde hâkim sistemin kimliği tartışma konusu yapılmazken sıra siyasal faaliyetlere gelince sistemin İslâmî olmayışı bir engel sayılmış ve Müslüman Kardeşler'in bu alana girmesi muhtelif yönlerden eleştiri konusu yapılmıştır. Sistemin kimliğini değiştirmeye giden yolun bu yol olmasına rağmen.

Müslüman Kardeşler'in bu alandaki faaliyetlerine yönelik eleştirilerin hepsi aynı yönden değildir. Bazıları dini siyasete karıştırdığı iddiasından yola çıkarak, bazıları İslâmî olmayan düzenlerde siyaset yaptığı, bu düzenlerin parlamentolarına girerek yasama faaliyetlerine katıldığı, bazıları da tamamen İslâm dışı olan demokratik sistemlerde parti kurup siyasete girdiği iddiasından yola çıkarak eleştiriler yöneltmişlerdir.

Müslüman Kardeşler'in bu yöndeki eleştirilere verdiği cevaplar ise özetle şu şekildedir:

Dini siyasete karıştırdığı iddiasından yola çıkarak bu cemaate eleştiri yöneltenler gerçekte dini de siyaseti de bütün olarak bilmiyorlar. İkisi arasındaki ilişkiden haberdar değiller. Zaten ümmette zaaf döneminin başlamasının en önemli sebeplerinden biri de bu konudaki cehalettir. İmam Hasan el-Benna da bu konudaki cehalete işaret için şu noktalara temas eder: "Ne zaman bir kimsenin İslâm ve siyasetten söz ettiğini görsen ikisini ayırdığına şahit olursun. Bunların her birini ayrı bir kenara koyar. Şu teşkilat İslâmî bir teşkilatmış, siyasi değilmiş. Şu topluluk dini bir toplulukmuş, siyasete karışmazmış. İslâmi derneklerin tüzüklerine baktığında metotla ilgili olarak "dernek siyasi işlere karışmaz" ifadesi dikkatini çeker. Bizim öncelikle gerek Batılılar gerekse İslamî kesim nazarında siyasetin konumunun ne olduğunu öğrenmemiz gerekir. İslâm siyasetle ilgilenir mi ilgilenmemiz mi yahut o farklı bir şey değil bizzat siyaset midir, anlamamız gerekir..."

İmam el-Benna bunları söyledikten sonra Batılıların ve İslam alimlerinin siyasete getirdiği tanımları sıralayarak İslâm'ın gerçekte bir yönetim düzeni ortaya koyduğunu ve siyasete şekil verdiğini ifade eder.

İmam el-Benna siyasetle inanç arasında da bağlantı kurarak şöyle der: "Bir Müslüman, siyasetçi olmaz, ümmetinin meselelerinden uzak kalır, onlarla ilgilenmezse Müslümanlığı eksik kalır. Müslüman, İslam'ı hakim kılmak için çalışmakla, ümmetinin bütün sorunlarıyla ilgilenmekle yükümlüdür... Biz de ümmetimizin sorunlarıyla ilgilenmek ve özgürlüğü tamamlamak için çalışanlar niteliğinde siyasetçileriz."

Bütün bu sözlerden cemaatin kurucusunun da farklı bir düşünceye sahip olmadığı ve siyasete girilmesine herhangi bir itirazda bulunmadığı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla cemaatin kuruluş merhalesinde siyasete girmediği, kurucusunun şehit edilmesinden sonra siyasete karıştığı iddiasında bulunanlar yanılgı içindedir.

Kur'an'dan, sünnetten, selefi salihinin hayatından ve uygulamalarından alınan deliller de İslam'ın insanların hayatlarına şekil veren, işlerini düzene sokan ve aralarında hükmeden bir nizam sunduğunu ortaya koyuyor. Kur'an-ı Kerim'de de şöyle buyrulur: "Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet, onların arzularına uyma ve seni Allah'ın indirdiği şeylerin bir kısmından uzaklaştırmalarından sakın." (Maide, 5/49)

İmam el-Benna da insanların durumlarının iyileştirilmesine çağrıda cemaatin kaynağının Kitap, sünnet ve salih geçmişin (selefi salihinin) uygulamalarından alınan örnekler olduğunu söylüyor.

İmam Hasan el-Benna, siyaset alanında faaliyeti komünistler, laikler, Budistler ve genelde tüm inanç ve düşünce sahipleri için normal karşılayanların sıra Müslümanlara gelince "dini siyasete karıştırmayın" demelerini anlayamadıklarını dile getirir.

Üstat el-Benna siyasetin sadece şer'i hükümlerin uygulandığı yönetimlere mahsus olmadığına, adaletin icra edilmediği ülkelerde de yönetilenlerin yönetenleri kanun çizgisine getirmek, adaleti uygulamaya yöneltmek için siyaset yapmakla yükümlü olduklarına dikkat çeker. Peygamber (s.a.s.) hadisi şerifinde: "Din nasihattir (çağrı, öğüt, iyilik)" diye buyuruyor. "Kim için ey Allah'ın Resûlü?" diye soruyorlar. "Allah için, peygamberi için, kitabı için, mü'minlerin yöneticileri için ve geneli için" cevabını veriyor. Yine bir hadisi şerifinde şöyle buyurur: "Cihadın en üstünü zalim yöneticinin yanında hak sözü (doğruyu) söyleyebilmektir." Bu hadis hak ile hükmetmeyen bir yöneticiye hakkı söylemenin de bir sorumluluk olduğunu ortaya koyuyor.

Müslüman Kardeşler'in Anayasal Düzenle İlgili Tutumuna Yönelik Eleştiriler ve Cevapları

Bazı kesimler "anayasal düzeni" kökten reddederek anayasayı çağdaş hukuk düzenlerinin bir putu olarak nitelemiş, dolayısıyla Müslüman Kardeşler'in bu düzeni onaylamalarına şiddetle karşı çıkarak eleştirilerde bulunmuşlardır.

Müslüman Kardeşler'in bu konuda eleştirilere yönelttiği cevaplarda şu hususlar dile getirilmektedir:

Kişisel özgürlükleri, hakları, yöneticinin yönettiklerine ve yönetilenlerin yöneticiye karşı sorumluluklarını belirleyen Anayasal düzen ve şura esasına göre şekillenen parlamenter sistem esasta İslâm'ın koyduğu ilkelere aykırı değildir. Burada önemli olan içerik ve ayrıntının da İslâm'ın koyduğu ölçülere göre şekillenmesi, çizdiği yasaklar dairesinin içinde kalınmasına dikkat edilmesidir. İslâmî amaçlı siyasi faaliyet yürütenlerin üzerinde durmaları gereken içerikteki çarpıklık ve yanlışlıkların düzene sokulmasıdır. Böyle bir amaç için çalışanların da Anayasal düzen çerçevesinde ve parlamenter sisteme göre faaliyet yapmalarının sakıncası yoktur. Çünkü burada genelde hukuk düzeninin hâkim kılınması, özelde bu hukuk düzeninin İslâm'ın koyduğu adalet prensiplerine, ilke ve kurallarına göre şekillenmesinin sağlanması bir amaçtır.

Bu itibarla Müslüman Kardeşler, İslâm'ın koyduğu adalet nizamına en yakın yönetim biçiminin yönetenlerin ve yönetilenlerin hak ve yetkilerini belirleyen, belirlenen yasaklar ve sorumluluklar dairesinin içinde kalınmasını zorunlu kılan anayasal düzen olduğuna inanır. Dolayısıyla bu anayasal düzen içinde, içeriğin İslâm'ın ilkelerine göre şekillenmesi amacıyla çalışır. Anayasanın içeriğinin belirlenmesinde İslâm'ın koyduğu adalet prensiplerinin gözetilmesi durumunda geriye yasaların bu içeriğe göre oluşturulması ve uygulamaya geçirilmesi kalmaktadır.

Müslüman Kardeşler, birinci olarak Mısır Anayasasında yer alan, yanlış yorumlanmaya açık müphem ifadelerle ilgili itirazlarını dile getirmişlerdir. İkinci olarak da uygulama safhasında karşılaşılacak sorunlar, toplumun yararına değil zararına olacak hususlar hakkında tavırlarını ortaya koymuşlardır. Bu da anayasal düzen çerçevesinde çalışırken asıl hedeflerinin İslâm'ın önlerine koyduğu adalet nizamını hâkim kılmayı bir gaye edindiklerini, hâkim sistem tarafından sunulanı olduğu gibi kabullenme tarzında değil İslâm adaletinin gösterdiği hedefe doğru bir ilerleyiş kaydetme anlayışıyla hareket ettiklerini gösterir. Toplumun yararına olmayan içeriğe sahip yasal düzenlemelerin değiştirilmesi ve anayasadan bu tür yasaların önünü açan müphem yahut yanlış yorumlamaya açık ibarelerin çıkarılması amacıyla Müslüman Kardeşler'in yürüttüğü çalışmalar da bilinmektedir.

Müslüman Kardeşler'in Yasalarla İlgili Tutumu

Müslüman Kardeşler'e yöneltilen eleştirilerden biri de yasama ve yasalar ile ilgilidir.

Bu konudaki eleştirilere yönelttiği cevabında şu hususları dile getirmektedir:

İslâm, yasal düzenlemede bir boşluk bırakmamıştır. Yasamada dayanılması gereken temel ilkeler (usulu't-teşri') ortaya koyduğu gibi ayrıntıya dair de birçok hüküm belirlemiştir. Bunların içinde maddeyle, suçlarla, ticaretle ve uluslararası ilişkilerle ilgili olanlar da mevcuttur. Kur'an ve sünnet bu konularla ilgili birçok hüküm içerdiği gibi fıkıhçılarımızın yazdığı kitaplar da bu hükümler yönünden oldukça zengindir. Bu hükümler içinde her alanla ilgili olanlar mevcuttur. Bizzat yabancılar bile bu gerçeği itiraf etmiş ve Lahey Kongresi'nde de dünyada hukuk biliminin birçok ileri geleninin önünde dile getirilmiştir.

Bu durum karşısında anlaşılması zor ve akla yatkın olmayan şey, İslâm ümmetinde Kur'an'ın ve sünnetin koyduğu ilkelere aykırı, bu iki temel kaynağın belirlediği prensiplerle çakışan, Allah'ın ve Resûlünün bildirdiği hükümlere ters düşen yasalara ihtiyaç duyulmasıdır.

Yüce Allah, kitabında şöyle buyurur: "Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet, onların arzularına uyma ve seni Allah'ın indirdiği şeylerin bir kısmından uzaklaştırmalarından sakın. Eğer yüz çevirirlerse bil ki Allah onları bazı günahlarından dolayı bir belaya çarptırmak istemektedir. Gerçekte insanların çoğu fasıktırlar. Yoksa onlar cahiliye dönemi hükmünü mü istiyorlar! İyi bilen bir topluluk için Allah'tan daha güzel hüküm veren kim olabilir!" (Maide, 5/49-50) Üstelik bu âyetler, "Kimler Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezlerse işte onlar kâfirdirler, ... zalimdirler..., fasıktırlar" (Maide, 44, 45, 47) hatırlatmalarından sonra gelmektedir. Artık Allah'a ve O'nun kitabına inanan bir Müslümanın tutumu, bütün bu âyetleri, onları teyit eden hadisleri ve hükümleri duyduktan sonra kendini bütün bu hükümlerle çakışan yasalarla yönetilir halde görünce nasıl olacaktır? Bu yasaların değiştirilmesini istediğinde kendisine; "Yabancılar buna razı olmuyorlar, böyle bir değişikliği onaylamıyorlar!" denirse nasıl bir tavır sergileyecektir? Böyle bir durum karşısında Mısırlıların bağımsız oldukları söylenebilir mi? Eğer, kendi dinleriyle hatta vaz'i olmakla birlikte "devletin dini İslâm'dır" diyen anayasayla dahi çelişen beşeri kanunlarla yönetilmeye zorlanırlarsa din özgürlüğüne sahip oldukları söylenebilir mi?

Bütün bu sebeplerden dolayı Allah'ın koyduğu kanunları hâkim kılmak Müslüman Kardeşler için bir gayedir. Bu kanunlar mü'minler için iyi olanı alıp kötü olanı atmaktadır. Kur'an-ı Kerim'de de Yüce Allah şöyle buyurur: "Onlar, kendi yanlarındaki Tevrat'ta ve İncil'de yazılı buldukları okuma yazma bilmeyen, kendilerine iyiliği emredip kötülükten sakındıran, temiz şeyleri onlara helal kılıp pis şeyleri haram eden, ağır yüklerini ve daha önce üzerlerinde bulunan bağları indiren o nebi peygambere iman ederler. Ona iman eden, saygı gösteren, yardımda bulunan ve onunla indirilmiş olan nura uyan kimseler işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (A'raf, 7/157)

Bu yasalar fert hayatından, aile hayatına, toplum hayatına, devletin iç düzeninden uluslararası ilişkilerine kadar bütün her şeyi faydalı olanı alıp zararlı olanı terk etme ilkesi üzere düzene sokmaktadır.

Müslüman halkları yöneten tüm devletlerin birer anayasası var. Ancak önemli olan bu anayasanın inandıkları dinlerine göre şekillenmesidir. Bu anayasaların birinci maddesine "Devletin dini İslâm'dır" ibaresi konduktan sonra devamının da İslâm'ın koyduğu ilkelere, adalet prensiplerine, yükümlülükler ve yasaklar dairesine göre şekillenmesi, bir çelişki oluşmaması için İslam'a ters düşen her madde ve ibarenin çıkarılması gerekir.

Bütün yönetimlerin, vatandaşlarının başvurduğu yasaları var. Bu yasaların Kur'an hükümlerine, İslâm fıkhı usûlüne göre üzerinde ittifak sağlanmış şeriat hükümlerine dayandırılmış olması gerekir.

Müslüman Kardeşler'in yasalar ve yasama düzeni konusunda kendisi için seçtiği yol işte budur. Tüm Müslüman toplumlara ve yönetimlere çağrıları da bu yöndedir. İslam'ın bu üstün gayelerine ulaşmak için başvurdukları yol da tektir: İçinde iyilik olanı anlatmak ve yerleştirmek.

Demokrasi Hakkındaki Eleştirilere Cevaplar

Günümüzde en çok tartışılan konulardan biri de demokrasidir. Bu konu Müslüman Kardeşler'e yöneltilen eleştirilerin de ana başlıklarından birini oluşturmaktadır. Tevfik el-Va'i, zikrettiğimiz kitabında bu konudaki eleştirilere oldukça ayrıntılı bir cevap veriyor. Biz orada sunduğu bilgileri özetleyerek burada aktarıyoruz:

Bazıları "demokrasi küfürdür veya siyasi şirktir" hükmünü bir ana prensip olarak kabul etmekten hareketle Müslüman Kardeşler'in seçimlere girmesini, parlamentolara girme girişimlerini de küfre veya şirke bulaşma olarak değerlendirmişlerdir. Hatta bazıları Müslüman Kardeşler'i kökten reddettiklerinden söz konusu hükmü de bu cemaatin üzerine çizgi çekmekte işlerine yarayacak yitik malları gibi görmüşlerdir. Demokrasi hakkında söz konusu hükmü bir temel ilke olarak değerlendirirken de önce isminden yola çıkmış, İslâmî bir kavram olmadığını dikkate almış, sonra da bu sistemde halkın hâkimiyetine başvurulduğu, hâkimiyetin ise gerçekte Allah'ın olduğu. halkın hâkimiyetini esas alan yönetim biçiminde ise insanı tanrılaştırma olduğu ve şer'i hükmün bulunmadığı prensibine dayanmışlardır.

Oysa burada küfür ve şirk ile ithamda gayet cüretli hareket edildiğini görüyoruz. Bu ise şeriat nazarında büyük bir sorumluluk yükler. Hz. Ebu Hureyre (r.a.)'den nakledilen sahih hadiste bildirildiğine göre yapılan ithamın haklı olmaması durumunda sahibine dönmesi tehlikesi vardır.

Bugün uygulanan şekilleriyle demokrasinin birçok türü ve tarzı bulunmaktadır.

Üstat Prof. Dr. Yusuf el-Karadavi'nin konuyla ilgili açıklamasında da dile getirildiği üzere demokrasinin özünü insanların kendilerini yönetecek ve işlerini yürütecek insanları seçme hakkına sahip olmaları, böylece istemedikleri kimselerin zorla başlarına yönetici olmalarının engellenmesi uygulaması oluşturmaktadır. Burada aynı zamanda halka yöneticilerini hata ettikleri zaman sorgulama ve doğru yoldan çıkmaları durumunda görevden alma hakkı verilmektedir. Böylece toplumların memnun olmadıkları ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasi gidişatlara zorlanmamaları, bazılarının itiraz etmeleri durumunda da sürgüne, aşağılanmaya, işkenceye ve hatta öldürülmeye maruz kalmamaları amaçlanır.

İnsanların farklı uygulama biçimlerini geliştirdiği ve örneklerini ortaya koyduğu demokrasinin gerçek özünü işte bu prensip oluşturur. Pratikte ise seçimler, referandumlar, çoğulculuk, çok partililik, azınlığın itiraz ve muhalefet hakkı, basın özgürlüğü, yargı bağımsızlığı vs. gibi muhtelif uygulama biçimleri bulunmaktadır.

Öyleyse özü itibariyle İslâm'ın ortaya koyduğu yönetim biçimine ters midir? Bu terslik neden kaynaklanıyor?

Özüne gittiğimizde İslam'ın ortaya koyduğu örneği görürüz. Örneğin İslâm namazda bir cemaatin hoşlanmadığı ve memnun kalmadığı kişinin onlara imamlık etmesini caiz görmez. Bir hadisi şerifte "Üç kişinin namazı kafalarının üstünde bir karış bile yükselmez" diye buyrulduktan sonra bunların başlarında "kendisi istemedikleri halde bir topluluğa imamlık eden kişi..." zikredilir.

Eğer namazda buna önem veriliyorsa güncel hayatta ve siyasette niçin önem verilmesin?

Yine bir sahih hadiste de şöyle buyrulur:

"Önderlerinizin (yöneticilerinizin) hayırlıları sizin kendilerini sevdiğiniz ve kendileri de sizi seven; sizin kendileri için dua ettiğiniz ve kendileri de size dua eden kişilerdir. Yöneticilerinizin en kötüleri de sizin kendilerinden nefret ettiğiniz ve kendileri de sizden nefret eden, sizin kendilerini lanetlediğiniz, kendileri de sizi lanetleyen kişilerdir."

İslâm'ın diktatörlüğe bakışı ise şöyledir;

Kur'an-ı Kerim, yeryüzünde böbürlenen, adeta kendilerini ilahlaştıran, Allah'ın kullarını kendi kulları gibi gören kimseleri şiddetle tenkit eder. Bunlardan biri olan Nemrut'un, Hz. İbrahim (a.s.)'le tartışmasından şöyle söz eder: "Allah kendisine hükümdarlık verdi diye, İbrahim'le Rabbi hakkında tartışmaya gireni görmedin mi? İbrahim: "Benim Rabbim dirilten ve öldürendir" dediğinde "Ben de diriltir ve öldürürüm" demişti. Bunun üzerine İbrahim: "Allah güneşi doğudan getirir, sen de onu batıdan getir bakalım" deyince o inkâr eden şaşırıp kaldı. Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez." (Bakara, 2/258)

Kur'an-ı Kerim'in Firavun ve diğer diktatörleri de şiddetle kötülediğini görürüz.

Kur'an-ı Kerim üç sınıf insanı özellikle zikredip sergiledikleri tutumdan dolayı kötüler:

Birincisi: Yeryüzünde büyüklenen, Allah'ın kullarını aşağılayan diktatör yönetici ki bu gibilere Firavun'u örnek verir.

İkincisi: Zekasını zalim yöneticinin hizmetine veren, onun yönetimini sağlamlaştırmaya, halkını da ona itaate iknaya çalışan kurnaz siyasetçi ki bu gibilere Haman'ı örnek verir.

Üçüncüsü: Zalimin hâkimiyetinden yararlanarak malını artırmaya çalışan, bu yolla halkının terinden ve kanından kazanç sağlayarak servet biriktiren kapitalist, varlıklı kişi ki bu gibilere de Karun'u örnek verir.

Kur'an-ı Kerim, bu üçünün düşmanlık ve suçta ittifak ederek Musa (a.s.)'ın karşısına durmalarına dikkat çekerek şöyle buyurur: "Andolsun ki, Musa'yı ayetlerimizle ve apaçık bir delille gönderdik. Firavun'a, Haman'a ve Karun'a. Ama onlar: "(Bu) yalancı bir büyücüdür" dediler." (Mü'min, 40/23-24) "Karun'u, Firavun'u ve Haman'ı da (helak ettik). Andolsun ki Musa onlara apaçık deliller getirmişti. Ama onlar yeryüzünde büyüklendiler. Oysa onlar (azaptan kurtulup) geçecek değillerdi." (Ankebut, 29/39)

Bu konuda sünnette de birçok uyarı bulunmaktadır. Bunlardan birinde şöyle buyrulur: "Cabir'in rivayet ettiğine göre Resûlullah (s.a.s.) Ka'b ibnu Ucra (r.a.)'e şöyle dedi: "Allah seni sefihlerin emirliğinden (yöneticiliğinden) korusun ey Ka'b!" (Ka'b) dedi ki: "Sefihlerin emirliği nedir?" (Resûlullah s.a.s.) şöyle dedi: "Benden sonra bazı emirler (yöneticiler) olacak. Benim yoluma yöneltmezler. Sünnetim üzere hareket etmezler. Kim onların yalanlarını doğrularsa ve zulümlerinde kendilerine yardımcı olursa onlar benden değildirler, ben de onlardan değilim. Havuzumun başına da gelemezler. Kim de onların yalanlarını doğrulamaz, zulümlerinde kendilerine yardımcı olmazsa işte onlar bendendir ve ben onlardanım. Onlar benim havuzumun başına gelirler."

İslâm şurayı hayatın temellerinden biri haline getirmiş ve yöneticiyi de istişarede bulunmakla yükümlü kılmıştır. Ümmeti de nasihatle yükümlü kılmış hatta nasihati dinin tamamı olarak anmıştır. Bunun içinde Müslümanların yöneticilerine nasihatte bulunmak da vardır. İyilikle emir ve kötülükten nehyi farz bir görev sayarken cihadın en üstününün zalim sultana karşı hakkı söylemek olduğunu bildirmiştir. Bunun anlamı azgın yöneticiye ve dahilî yolsuzluklara karşı mücadele etmenin Allah katında dış savaştan daha üstün olduğudur.

İslâm'ın nazarında yönetici ümmetin vekili ve görevlisidir. Asil olanın vekili hesaba çekme hakkı vardır. İslâm nazarında yönetici masum değildir. Aksine bir beşer olması itibariyle isabet de edebilir hata da. Adil davranması da haksızlık etmesi de mümkündür. Hata ettiği zaman Müslümanların onu düzeltme, saptığında doğrultma hakları vardır.

Bütün bunlardan da anlıyoruz ki demokrasinin özünü ve dayandığı temeli oluşturan yönetim biçimini yerleştirme konusunda İslâm demokrasiden öncedir. Ancak ayrıntıya dair hususları Müslümanların içtihatlarına bırakmıştır. Dinlerinin koyduğu ilkeler çerçevesinde, dünyevi maslahatlarını göz önünde bulundurarak, zaman ve mekâna göre hayatlarının kendilerine sunduğu gelişmelerden ve insanın gerçekleştirdiği yeniliklerden yararlanarak bunları belirleyeceklerdir. Demokrasiyi farklı kılan da baskıcı dikta rejimlerine ve krallıklara karşı asırlar boyu sürdürdüğü mücadelede bu baskılara karşı halkları koruma konusunda önemli tecrübeler ve kazanımlar elde etmiş olmasıdır. Biz de adalet ve şuranın uygulanması, insan haklarına saygı, azgın sultanların yeryüzünde taşkınlık etmelerine karşı durma konusunda bu tecrübelerden ve kazanımlardan alıntılar yapmakta bir sakınca görmüyoruz.

Usûle dair şer'i kurallardan biri şöyledir: "Yapılması vacip olanın yapılabilmesi için zorunlu olanın temini de vaciptir." Dolayısıyla gerçekleştirilmesi istenen şer'i maksatlar ve onlara ulaştıracak vesileler belli olduktan sonra bu vesilelerden yararlanabilirsin. İslâm'da, Müslüman olmayanlardan fikrî, teorik veya pratik çözüm alıntılamaya engel konmamıştır.

Açık bir nassa veya kesin bir hükme ters düşmediği sürece bize yarayacak metotlardan, uygulamalardan ve düşüncelerden yararlanma, alıntılama yapma hakkımız vardır. Biz aldığımız şeye kendi ruhumuzu ve zihniyetimizi ekleriz. Nitekim tarihte Müslümanlar başkalarından pek çok şey almışlardır. İslâm'ın ilke ve kurallarına uyan kabul görür, uymayan reddedilir veya İslâm'ın koyduğu sınırlara göre yeniden şekillendirilir.

Cahiliye Araplarına ait uygulamalardan bazılarını da İslam kabul etmiş, ama koyduğu sınırların dışına çıkanları reddetmiş, bunlardan bazılarına da yeniden şekil vermiştir.

Demokrasi konusunda onayladığımız da sistemin özünü oluşturan, halka yöneticileri belirleme ve denetleme yetkisi verilmesidir. Yoksa halkın yasama yetkisini, Allah'ın koyduğu nizam ve ölçülerin üstüne çıkarmak değildir.

"Hakimiyet Allah'ındır" ilkesi ise İslâm'da bir temel ilkedir ve şeriatta hüküm koyma, helal ve haram kılma yetkisinin yalnız Allah'a ait olduğunu, peygamberin ise bir tebliğci olduğunu ifade eder. Bu açıdan bakıldığında Haricilerin "Hüküm ancak Allah'a aittir" sözleri de özü itibariyle haktır ve kendilerine yapılan itiraz bu sözü maksadına uygun olmayan yerde, amacı dışında kullanmalarına karşıdır. Bu hak sözü, insanlar arasındaki uzlaşmazlığın giderilmesi için yine insanların hakemliğine başvurulmasını reddetmek amacıyla bir delil saymışlardır. Oysa bu şekilde delillendirme geçersizdir, çünkü Kur'an-ı Kerim birçok yerde insanların hakemliğine başvurulmasını önermiştir. En ünlüsü de eşler arasındaki uzlaşmazlığın giderilmesi için taraflardan hakem kurulu oluşturulmasıdır. Bundan dolayı mü'minlerin emiri Hz. Ali (r.a.) Haricilerin söz konusu sözlerine; "Bu, bâtıl bir maksat için söylenmiş hak sözdür" diyerek karşılık vermiştir. Hak söz olmadığını söylemek mümkün değildir. Çünkü bizzat Kur'an-ı Kerim'de geçiyor: "Hüküm ancak Allah'a aittir." (En'am, 6/57)

Allah'ın yaratıkları üzerindeki hâkimiyeti yakinen sabittir ve iki yönlüdür:

Birincisi: Kevni hâkimiyet ki bu gücünün her şeyin üstünde olduğunu ve her şeyi kuşattığını ifade eder. Bu hususta şöyle buyurur: "Görmediler mi ki biz nasıl yeryüzüne gelip onu etrafından eksiltiyoruz? Allah hüküm verir. O'nun hükmünün ardına düşecek yoktur. O hesabı çabuk görendir." (Ra'd, 13/41)

İkincisi: Teşri'i hâkimiyet. O da sorumlu olanı bir şeyle mükellef kılma veya onu nehyetme, zorunlu yükümlülük veya tercih hakkı vermedir. Bu da peygamberler gönderme, kitaplar indirme, şeriatlar belirleme, birtakım görevleri farz kılma, bazı fiilleri helal bazılarını ise haram kılma suretiyle tecelli etmiştir. İşte bunu Allah'ı Rab, İslâm'ı din, Hz. Muhammed (s.a.s.)'i peygamber bilen hiçbir Müslüman reddedemez. Müslümanın demokraside aradığı da bütün bu kuralları uygulayacak, Allah'ın belirlediği sınırlar içinde İslâm'ın siyaset kurallarını yönetime taşıyacak yöneticileri belirleme ve denetleme yetkisinin kendisine verilmesidir. Aradığı şey, yöneticiyi özgür iradeyle belirleme, şura ve nasihati yönetime taşıma, iyilikle emir ve kötülükten nehiy kapılarını açık tutma, zulüm ve baskıya karşı durma, sapıklığın önüne geçme, özellikle bu sapıklığın açık bir küfre dönüşmesi halinde ona kesin bir şekilde karşı çıkma imkânının sunulmasıdır.

Demokrasi kurallarına göre şekillenecek anayasaya aynı zamanda "devletin dini İslâm'dır" ve "İslâm şeriatı yasaların ana kaynağıdır" ilkelerini yerleştirecektir ki bu da Allah'ın hâkimiyetinin, yani O'nun şeriatının hâkimiyetinin teyit edilmesi anlamına gelir. Bunun da ilerisinde anayasaya şer'i hükümlere ters düşen bir yasa veya sistemin geçersiz olduğuna dair madde de açık bir ifadeyle yerleştirilir. Bu durumda demokrasinin, Allah'ın hâkimiyetinin yerine halkın hâkimiyetinin geçirilmesi anlamına geleceğini söylemek mümkün olabilir mi?

Bir kimse, Kur'an'da birçok yerde insanların çoğunun şükretmediği, akıl etmediği, iman etmediği gibi ifadelerin geçmesinden hareketle demokrasinin de insanların çoğunluğunun tercihine itibar etmesi sebebiyle esasta Kur'an'a ters düştüğünü söylerse kendisine cevabımız şudur: Biz burada Müslüman bir toplumdan yani çoğunluğu iman etmiş, şükreden bir topluluktan söz ediyoruz. Çoğunluğu inkâr eden, sapıklardan oluşan, şükretmeyen topluluktan değil. Ayrıca Kur'an ve sünnetin ortaya koyduğu açık ilkeler, prensipler insanların tercihlerine göre değişecek ilkeler değildir. Bu gibi ilkelerin uygulamadan kalkması belki toplumun değişmesi, İslam'dan uzaklaşması ve temel ilkeleri terk etmesi ile söz konusu olabilir ki o durumda zaten öncelikli olarak toplumun ıslahına ihtiyaç vardır. Kur'an ve sünnetin koyduğu nizamı kabullenmiş bir topluma verilecek yetki yönetenleri seçme, denetleme ve Allah'ın koyduğu şeriatın çizdiği sınırlar içinde kalacak düzenlemelere onay verme ya da gerekli değişiklikleri talep etme yetkisidir. Müslüman bir toplum açısından demokrasinin anlamı da budur. Elbetteki şeriatın kesin ve açık ifadeyle belirlediği bir hüküm yahut dinin temel prensipleri üzerinde oylama yapmaya mahal yoktur. Oylama birden fazla görüşe müsait, oylamaya açık, ihtilaflı konularda yapılabilir. Bu gibi konularda çoğunluğun görüşüne başvurulması daha sağlıklıdır. Çünkü iki kişinin aklı doğruya daha yakındır. Hadisi şerifte de şöyle buyrulur: "Şeytan bir kişiyle beraberdir. İki kişiden ise uzaktır." Ayrıca Resûlullah (s.a.s.)'ın Hz. Ebu Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.)'a şöyle dediği bildirilmiştir: "Siz aranızdaki bir istişarede bir konuda ittifak ederseniz ben size muhalefet etmem." Bunun anlamı, Allah'tan gelen vahiyle ve doğrudan şeriatın koyduğu bir hükümle ilgili olmaması durumunda tek kalan kişi Peygamber bile olsa iki kişinin görüşünün bir kişinin görüşüne tercih edildiğidir.

Bu doğrultuda Uhud savaşında da Hz. Peygamber (s.a.s.)'in çoğunluğun görüşüne itibar ederek düşmanla şehir dışında karşılaşma kararı aldığını görüyoruz. Oysa kendi görüşü ve sahabenin diğer ileri gelenlerinin görüşü düşmanın şehir içinde karşılanması ve çatışmaların sokak aralarında olması yönündeydi.

Hadislerin birçoğunda sevad-ı a'zama dikkat çekilir. Sevadı a'zam ile kastedilen ise insanların çoğunluğu, kalabalık taraf, sayıca çok olan kesimdir.

Bir kimse eğer, "bir tek taraftarı olmasa bile doğru olanın alınması, yüzde doksan dokuz oranında taraftarı olsa bile yanlış olanın bırakılması gerekir" derse ona cevabımız şudur: Bu, şeriatın kesin hükümlerle belirlediği herhangi bir ihtilafa mahal kalmayacak şekilde açıklığa kavuşturduğu hususlar içindir. İçtihada açık olan hususlar ise bu şekilde ihtilafa mahal olmayacak derecede açıklığa kavuşturulmamış ya da farklı yorumlara müsait hususlardır.

Burada ayrıca şunu da ifade etmek isteriz ki biz İslamî anlamları ifade etmek için demokrasi gibi yabancı kaynaklı kelime ve kavramları kullanmaya çok da arzulu değiliz. Ama bu kavramlar yaygınlaşmış ve insanlar tarafından yaygın olarak kullanılıyorsa bizim de onları duymazlıktan gelmemiz gerekmez. Aksine yanlış bir anlam çıkarmamak, kullananların maksatlarının dışına çekmemek için bunlarla neyin kastedildiğini anlamamız gerekir. İbarenin başka kaynaklara ait olmasından hareketle tavır belirlememiz gerekmez. Hüküm kavram ve isme göre değil onun ifade ettiği anlam ve ihtiva ettiği içeriğe göre verilir. Birçok davetçi ve yazar demokrasi kavramını kullanmış ve bunda bir sakınca görmemiştir. Abbas el-Akkad başta olmak üzere İslâmî Demokrasi kavramı geliştirenler ve bu çerçevede kitaplar yazanlar da olmuştur.

Sonuç itibariyle demokrasi İslâm'ın şura nizamının uygulanmasının bir aracı ve yoludur. Ondan daha iyi araç ve uygulama biçimi bulursa ümmetin onu almasında ve o uygulamaya koymasında da bir sakınca yoktur.

Müslüman Kardeşler'in Parlamentolara Girmesine Yönelik Eleştiriler ve Cevapları

Ne yazık ki Batı'nın doğuya yönelik kültür savaşında kullandığı en önemli araçlardan biri de "dinde siyaset siyasette din yoktur" iddiasıdır. Oysa İslâm hayatın tümünü kuşatan bir hayat nizamıdır. Kur'an'ı, sünneti ve fıkıh kitaplarını okuyan kimse bunu rahatça görecektir. Aksine İslâm hayatın kendi koyduğu nizamla bir başka nizam koyucu arasında paylaştırmayı kabul etmez. "Kralın hakkı krala, Allah'ın hakkı Allah'a" ilkesinden yola çıkarak Allah'ın nizamını kralın yetki alanı dışına çıkarmaya kalkışan anlayışı reddeder.

Bu itibarla Müslümanın kişiliğinin İslâm'ın koyduğu prensipler dairesinde şekillenmesi ancak siyasete de hükmetmesiyle mümkündür. Çünkü o İslam'ın, hayata şekil veren ve mutlaka topluma hükmetmesi gereken bir şeriatının olduğunu bilir. Bunun gerçekleşmesi ise yönetimde ve devlette söz sahibi olmakla, adaleti hâkim kılmakla, münkere karşı durmakla, hakkı savunmakla mümkün olacaktır.

Hadisi şerifte de şöyle buyrulur: "Kim Müslümanların işleriyle ilgilenmezse o onlardan değildir. Kim Allah için, peygamberi için, Müslümanların emirleri (yöneticileri) için ve geneli için nasihatçi (iyiliği isteyici) olarak sabahlamazsa onlardan değildir. Herhangi bir ahalinin beldesi üzerinde bir kimse aç olarak akşamlarsa o ahali üzerinden Allah'ın ve peygamberinin zimmeti kalkar."

İslâm devlet yoluyla hâkimiyet kurmuş, düşmanlarına devletle savaşmış, dünyayı ilkeleriyle ve adamlarıyla yönetmiştir. Bu devlet on dört asırlık bir zaman süresince, İslam siyaseti üzere hükmünü sürdürmüştür.

Bu itibarla siyaset teorik açıdan belli bir önem ve konuma sahip bir bilimdir. Pratik açıdan da belli bir saygınlığa sahip ve fayda sağlayan meslektir. Bundan dolayı toplumun meseleleriyle en uygun yollarla ilgilenmeyi gerektirir. Büyük alim İbnu Kayyim el-Cevziyye de İmam Ebu'l-Vefa ibnu Akil el-Hanbeli'nin şöyle dediğini bildirir: "Siyaset, şeriata aykırı düşmediği sürece insanların düzene en yakın bozulmadan ise en uzak olmalarını sağlayan bir uygulamadır."

İbnu Kayyim aynı zamanda şöyle der: "Adil siyaset şeriatın koyduğuna aykırı düşmez. Aksine onun birimlerinden bir birimdir. Biz, sizin kavramlarınızı kullanarak onu siyaset olarak adlandırıyoruz. Gerçekte Allah'ın ve Peygamberinin adaletidir."

Fakat çağımızda gerek sömürgeci siyasetlerden gerekse ihanetçilerin yahut zalim yöneticilerin siyasi oyunlarından dolayı çektikleri eziyet ve sıkıntılar sebebiyle insanlarımız siyasetten ve onunla bağlantılı her şeyden nefret eder hale geldiler. Özellikle makyavelist yani çıkarcı felsefenin siyasete hâkim olması bu nefret ve tepkinin artmasına yol açtı. Öyle ki Muhammed Abduh'un siyasetin oyunlarından çektiği sıkıntılar sebebiyle şu ünlü sözü söylediği bildirilmiştir: "E'uzu billahi mine's-siyase ve men sase ve yesûs ve sâisin ve musevvis (siyasetten de, siyaset yapandan da yapacaktan da siyasete karışandan da siyaseti karıştırandan da Allah'a sığınırım)."

İslâmi düşünceye karşı duranlar da bunu istismar ederek İslâmî hareketin siyasetle ilgili çalışmalarına karşı olumsuz kanaat oluşturmaya çalışmış, bu tür çalışmalar hakkında da "siyasal İslâm" adında yeni bir kavram geliştirmişlerdir. O yüzden bazı yerlerde İslâmî duyarlılık sahibi birilerini töhmet altına sokmakta "siyasal İslâmcı" nitelemesini kullanmak yeterli oluyor. Hatta bazı yerlerde başörtülerini çıkarmaya zorlanan Müslüman hanımlar, örtülerinin dini değil siyasi bir görünüm arz ettiği suçlamalarına maruz kalıyorlar.

Bazı ülkelerde Ramazan'ın son on gününde gerçekleştirilen itikaf hakkında bunun siyasal bir eylem olduğu iddiasında bulunulmuştur. Bunların dışında da muhtelif dinî uygulamalar hakkında "siyasal eylem" yakıştırmasında bulunulduğu olmuştur.

Enfal suresinin cihad âyetleri içermesi sebebiyle, siyasal içerikli olduğu iddiasından hareketle bazı kardeşlerimizin bu sureyi okumalarının mahkemede aleyhlerine delil olarak kullanıldığı dönemleri de unutmuş değiliz.

Artık bütün bu gerçekler karşısında Müslümanın siyasetin önemini anlaması ve kendi ümmetinin yönetiminde dizginleri ele almak için hareket etmesi daha bir önem kazanıyor. Bu durumda parlamentoları ve karar mekanizmalarını ihmal etmek, buraları tamamen laik düşüncelilere, ithal kültürlerin temsilcilerine yahut İslam'a karşı savaş açanlara terk etmek söz konusu olabilir mi? Bu, işleri anlayamamaya ve iyi değerlendirememeye delalet eden bir hatadır. Ümmetin durumu parlamentolarda iyi alternatif, çağrılarının ve metotlarının davetçileri olabilecek samimi temsilcilerinin öne geçmesini gerektiriyor. Müslüman Kardeşler'i parlamentolara girmekten dolayı şiddetle eleştirenlerin birçoğu da daha sonra politik hayata atıldı, çok daha etkin bir şekilde parlamentolara girdiler. Bu hareketleri onların daha önceki sert eleştirilerinin gerçekte bu faaliyetin ümmet açısından yararını anlayamamalarından kaynaklanan bir hata olduğunu ortaya koymuştur.

Emperyalizmle işbirliği içinde olan yönetimlerin çoğu İslâmî hareket mensuplarının parlamentolara hatta sendikalara bile girmelerini engellemiştir. Bu gibi girişimlerde bulunanları yasa dışı faaliyetlerde bulunma suçlamasıyla hapislere atmışlardır. Böylece onların hak sözü bu yerlerde söylemelerini engellemeye ve bu yolla onlardan kurtulmaya çalışmışlardır. İslâmi kesim mensupları da bu engellemeler karşısında seslerini buralara ulaştırabilmek için zaman zaman ulusal partilerle işbirliği içine girme ihtiyacı duymuşlardır. Müslüman Kardeşler'in de yer yer bu gibi bağlantılar kurmaları karşısında "bunların ittifak kurduğu kimseler İslâmcı değil kavmiyetçi kesimden" tarzı eleştirilere maruz kalmışlardır.

Oysa Resûlullah (s.a.s.) hadisi şerifinde Hilfu'l-fudul Anlaşması hakkında şöyle buyurur: "O, cahiliye döneminde haksızlığa uğratılanlara destek için bir anlaşmaydı." Yine bir hadisi şerifinde de şöyle buyurmuştur: "Abdullah ibnu Cud'an'ın evinde bir anlaşmaya katıldım ki ona karşılık kırmızı develerim olmasını istemezdim. İslam'da da aynısına çağrılsam kabul ederim."

Sonrasında Hudeybiye Anlaşması'nda, Huza'a kabilesi o tarihte müşriklerden olmasına rağmen Hz. Peygamber (s.a.s.) ile birlikte anlaşmaya katılmıştır.

Hz. Peygamber (s.a.s.) Rabbinin davetini iletmek için Mekke dışına çıktığında yeniden bu şehre girebilmek için kâfir olan el-Mut'im ibnu Adiyy'in emanını kullanmamış mıydı?

Hac dönemlerinde "Rabbimin davetini insanlara ulaştırabilmem için beni himayesine alacak ve koruyacak biri var mı?" diye sesleniyordu.

Selefi kesimin bugün seçimlere iştirak etmeleri, parlamentolara girmeleri ve hükûmetlere katılmaları Müslüman Kardeşler'e bu konudaki itirazlarının sadece belli bir dönem için olduğunu ortaya koymaktadır.

Çok Partililikle İlgili Eleştiriler ve Cevaplar

Sanayi ve teknolojide olduğu gibi yönetim ve siyasi faaliyet alanında da metot ve araçlarda gelişmeler ve yenilikler olabilir. Hayat sürdükçe insanlar da akıl yürütme ve gayret yoluyla bu yeniliklere ulaşabilirler. Müslümanların bütün bu gelişmelere ve yeniliklere bigane kalmaları gerekmez. Bütün toplumların araçlarının tekerlekleri dönerken onlarınkinin olduğu yerde durması gerekmez. Müslümanların düşünce ve içtihat araçlarının tekerleklerinin de dönmesi, toplumlarının hayat düzeylerini yükseltmeleri gerekir. Tüm dünyadan azade bir biçimde yaşayacak değiller. Geçmişte çözülmesi zor olan hatta imkânsız gibi görünen birçok mesele çözüme kavuşturulurken bu formüllerden hiçbir şekilde yararlanmamamız söz konusu olamaz.

İbnu Akil'in de dediği üzere; "Siyaset, insanlar açısından düzeltmeye en yakın bozmaya, ifsada ise en uzak olanı seçmektir."

Burada esas olan yeniliklere kapalı olmak değil yenilikleri vahiy süzgecinden geçirmek, vahiyle bildirilmiş ölçülere uyanı alıp uymayanı bırakmaktır.

Prof. Dr. Yusuf el-Karadavi de şöyle diyor: "Tarihi, toplumların tecrübelerini ve Müslümanların durumunu öğrendik. Yöneticinin kaymalarını düzeltmek çok da kolay bir iş değildir. Basit bir hatırlatmayla olmuyor. İnsanların elinde kaymaları düzeltmede kullanılacak kılıçlar da yok. Kılıçların tümünü yönetici elinde tutuyor. Dolayısıyla yöneticilerin kaymalarını ve sapmalarını düzeltmek için kılıçların ucundan ve silahların namlularından başka bir şeyler düzenlemek zorunlu hale gelmiştir. İnsanlık uzun soluklu mücadeleden ve uzun süren savaştan sonra çağımızda, yöneticilerin sapmalarını düzeltmek için iyiliği emir ve kötülükten nehiy konusunda kan akıtmadan kullanabileceği birtakım araçlar bulmuştur. Bunlar da siyasi güçlerdir. Hakim gücün onları tasfiye etmesi çok da kolay olmuyor. Bunlar da siyasi partiler adı verilen güçlerdir.

Yönetim, baskı veya hile yoluyla kişileri yahut küçük çaplı grupları tahakküm altına alabilir. Ancak geniş çaplı bir şekilde örgütlenmiş, hayatın değişik alanlarına girmiş, halk arasında taban oluşturmuş, sesini duyuracağı kürsülere, gazetelere ve diğer ifade araçlarına sahip bir hareketi tasfiye etmesi kolay değildir.

Çağımızda iyilikle emir kötülükten nehiy yükümlülüğünün bir anlamının, gücünün ve etkisinin olmasını istiyorsak bunu sadece sınırlı etkiye ve sınırlı güce sahip kişisel yükümlülük olarak görmemeliyiz. Emretme ve nehyetme, uyarma ve sakındırma gücünü kazandıracak bir etki alanına yayılacak bir yapıya kavuşturacak şekilde geliştirmemiz gerekir. Öyle ki bir kötülüğü yapması istendiğinde "günâhta itaat olmaz" diyebilmeli. Yönetim taşkınlık ettiğinde siyasi güçleri ona yöneltebilmeli ve icabında şiddete ve kana başvurmadan makamdan alabilmelidir.

İşte bu siyasi partilerin ve örgütlerin oluşturulması, hâkimiyeti ellerinde tutan yöneticilerin aşırılık etmeleri halinde kendilerine karşı durulması ve sorgulanmaları, doğru çizgiye getirilmeleri yahut yerlerine başkalarının yerleştirilmesi amacıyla indirilmeleri için gerekli hale geldi. Onlar vasıtasıyla hükûmetin hesaba çekilmesi mümkün oluyor. Nasihat, iyilikle emir görevi yerine getirilebiliyor. Bir yükümlülüğün yerine getirilmesi için zorunlu olan aracın temin edilmesi de zorunludur.

Hatta çağımızda bir kişi veya grubun totaliter hakimiyet kurmasının ve diğer insanları tahakküm altına almalarının, onların enselerine oturmalarının önüne geçilmesi için bu çok örgütlülüğün zorunlu hale geldiğini söylemek mümkündür. Bir tarafın diğerine "hayır" veya "niçin?" diyebilmesi için buna ihtiyaç duyuluyor. Tarihi ve günümüz şartlarını okuduğumuzda da bunu görüyoruz. Ancak bu siyasi partilerin meşruiyet kazanmaları için iki temel şarta uygun olmaları gerekir:

Birincisi: Onaylanmış ilimlerin ışığında kendi anlayışlarına göre farklı görüş ve içtihatları olsa da, İslâm'ı inanç ve hayat nizamı olarak kabul etmeleri, ona düşman olmamaları ve inkâr etmemeleri.

İkincisi: Adı ve konumu ne olursa olsun, İslâm'a ve onun ümmetine düşman bir tarafın hesabına çalışmamaları. Sapıklığa, haramları ortadan kaldırmaya veya dinsizliğe çağıran, genelde semavi dinleri özelde ise İslâm'ı hedef alan, İslâm'ın kutsallarını, inanç sistemini, şeriatını, kitabını ve Peygamberini (s.a.s.) hafife alan bir partinin kurulması caiz olmaz."

Çok partililikle ilgili tereddütler:

Çağımızda İslâmî oluşumlar arasında çok partililikle ilgili olarak birbirine zıt iki farklı görüş ortaya çıkmıştır. Bunların birincisi mutlak haram sayarken ikincisi de şartsız bir şekilde caiz görmektedir. Her iki tarafın da kendine göre görüş ve delilleri var. Bunlardan özetle de olsa söz etmekte yarar var:

Önce partileşmeyi haram sayanların görüşlerine bakalım:

1.Çok partililiği mutlak haram sayanlar Kur'an'ın fırkalara ayrılmayı, bölünmeyi yasaklayan ve birliği emreden âyetlerine dayanıyorlar. "O dinlerini parça parça eden ve kendileri de değişik gruplara ayrılanlardan (olmayın). Her grup kendi yanında olanla sevinmektedir." (Rum, 30/32) Burada kastedilen küfre düşürücü dinde bölünmedir. Kur'an-ı Kerim'de şeytanın partisi denirken kastedilen de, Allah'a savaş açan kâfirler ve münâfıklardan onları kendilerine dost edinenlerdir. Bu hususta da şöyle buyrulur: "Şeytan onları kuşatmış ve kendilerine Allah'ı anmayı unutturmuştur. İşte onlar şeytanın taraftarlarıdırlar. İyi bilin ki şeytanın taraftarları, zarara (hüsrana) uğrayacakların kendileridirler." (Mücadele, 58/19)

2.Çok partililik Yüce Allah'ın şu âyetlerinde emrettiği birlik ve bütünleşmeye aykırıdır. "Hep birlikte Allah'ın ipine sarılın ve ayrılığa düşmeyin." (Ali İmran, 3/103) "Kendilerine açık belgeler geldikten sonra dağılan ve ayrılığa düşenler gibi olmayın. Onlar için büyük bir azap vardır." (Ali İmran, 3/105) Hadisi şerifte de şöyle buyrulur: "Ayrılığa düşmeyin sizden öncekiler ayrılığa düştüler ve helak oldular."

Çok örgütlülük fırkalaşmayı, ayrılığa düşmeyi gerekli kılan bir şey değildir. İçtihat ve görüş farklılığından kaynaklanan ihtilafların tümüyle yok edilmesi de mümkün değildir. Resûlullah (s.a.s.) zamanında sahabiler arasında da bazı görüş ayrılıkları ortaya çıkmış ama bu onlara bir zarar vermemiştir. Resûlullah (s.a.s.) de bu ihtilaflarından dolayı onları kınamamıştır. Hatta bu ihtilaflar yerine göre rahmet kapısı olarak nitelenmiştir. Hadisi şerifte de "Ümmetimin ihtilafı rahmettir" diye buyrulmuştur. Bu yüzden ihtilaf iki kategoriye ayrılır. Birincisi çeşitlilik sunan ihtilaf. İkincisi ise zıtlaşmaya, karşıt gruplara ayrılmaya götüren ihtilaf. Birincisi övülmüş, ikincisi ise yerilmiştir. İşte bu ince ayarı iyi gözetmek, insanların farklı seçenekleri görmesine imkân sağlayacak ihtilafın rahmet tarafından yararlanıp, dağılmaya, parçalanmaya, zıtlaşmaya ve karşıt gruplara ayrılmaya yol açacak ihtilafa kapı açmamak gerekir. Parçalanmaya ve düşmanlığa yöneltmeyen, tek bir ümmetin çatısı altında çeşitlilik sunan ihtilaf sağlıklı bir görünüm sunar.

3.Çok partililik bir ithal prensiptir. Oysa bizim kendi siyasi anlayışımızla, bağımsız düşüncemizle kalmamız, başkalarının sistemlerinin peşine takılmamamız gerekir.

Şeriatın ve ilim adamlarının tamamının sakındırdığı taklit, bizi başkalarının kuyruğu haline getiren, bir fare deliğine girseler dahi arkalarından girmemize yol açacak nitelikte, hayırda ve şerde kör taklittir. Bu konudaki uyarı Müslümanların, başkalarının dinî kisvelerini almalarına, onları farklı kılan sembolleri kullanmalarına sebep olan taklitle ilgilidir. Bu, kendilerine benzenen kitleden biri gibi sayılmaya yol açan taklittir. Hayatı geliştiren, kolaylaştıran buluş ve deneyimlerin alınmasında ise sakınca yoktur. Çünkü hikmet mü'minin yitik malıdır; onu nerede bulursa alır.

Hz. Peygamber (s.a.s.) krallara mektuplar yazdığında kendisine "krallar mühürlenmemiş mektupları kabul etmez" hatırlatmasında bulunulması üzerine kendisi için bir mühür kazdırmıştır. Hz. Ömer (r.a.) haraç ve divan uygulamasını başlatmıştır. Tarih boyunca bunların dışında daha birçok uygulama Müslüman yöneticiler tarafından, yabancı yönetimlerdeki örneklerden alınarak kullanılmıştır. Burada iki önemli husus dikkate alınır: Birincisi, alınacak uygulamanın topluma yararının her zaman daha çok olacağından emin olunmasıdır. İkincisi de alınacak uygulamanın dinî ve ahlâkî süzgeçten geçirilmesi, bizim dinî ve ahlâkî değerlerimize, şer'î hükümlerimize, toplumsal geleneklerimize uymayan taraflarının atılıp uyan taraflarının kabul edilmesidir.

Kimse bizi bir sistemi tırnaklarına varıncaya kadar bütün ayrıntılarıyla almaya zorlayacak değildir. İster hak, ister batıl olsun bir parti adına taassubu, haklı da olsa haksız da olsa onu destekleme anlayışını almamız gerekmiyor. Bu anlayış, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in değiştirmesinden önce, "zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et" diyen cahiliye dönemi Araplarının felsefesinde de vardı. Fakat Peygamber (s.a.s.) gelince buna şu anlamı verdi: "Kardeşin zalim ise onu zulümden alıkoymak suretiyle, mazlum ise kendisine destek olmak suretiyle yardım et."

4.Çok partililik velayı (bağlılığı) devletten veya İslâm'dan alıp şahıslara ve partilere vermektedir. Söz ve itaat devletten alınıp partilere geçiyor.

Şayet kişi her konuda devlete muhalif partisine ise taraftar olacaksa bu doğrudur. O durumda buna itirazımız olamaz. Şüphesiz Müslümanın velâsı yani bağlılığı Allah'a, peygamberine ve mü'minlerin cemaatinedir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de de şöyle buyrulur: "Sizin dostunuz (veliniz) ancak Allah, Peygamberi ve namaz kılan, zekat veren, rüku eden mü'minlerdir. Kim Allah'ı, Peygamberini ve iman edenleri dost edinirse (bilsin ki) Allah'ın taraftarları üstün geleceklerdir." (Maide, 5/55-56)

Ancak bir Müslüman ferdin herhangi bir kabileye, bölgesel yapılanmaya, teşkilata, sendikaya, birliğe veya partiye mensup olması devlete mensubiyetine ve velasına aykırı değildir. Bu mensubiyetlerin tümü tek bir asla dayanır ki o da Allah'a, Peygamberine ve mü'minlere velâ yani bağlılıktır. Tümüyle sakıncalı olan mü'minleri bırakıp kâfirleri kendine veli (dost) edinmektir. "Onların yanında şeref mi arıyorlar? Oysa şeref tümüyle Allah'a aittir." (Nisa, 4/139) "Ey iman edenler! Benim de düşmanım sizin de düşmanınız olan kimseleri dostlar (veliler) edinmeyin." (Mümtehine, 60/1)

Eğer kişi partisinin kesin yanılgıda olduğuna, devletin hak üzere olmasına rağmen partisinin muhalefet ettiğine, İslâm'ın prensiplerine ve hükümlerine uygun bir şeyin değiştirilmesinde ısrarlı olduğuna kanaat ederse bu durumda destek vermesini onaylamaz ve böyle bir şeye çağırmayız.

Bazı kesimler de çok partililiğin önünün sınırsız bir şekilde açık tutulması gerektiği görüşünü savunuyorlar. Bunlar arasında Tunus'ta Üstad Raşid el-Gannuşi'nin liderliğindeki İslâmî hareket komünist partiler ve benzerleri gibi partilere varıncaya kadar tüm siyasi partilerin önünün açık olması gerektiği görüşünü savunuyorlar.

Bu hareketin lideri Haziran 1981'de düzenlenen bir basın toplantısında şöyle demişti: "Biz elbette herhangi bir siyasi hareketin oluşmasına karşı değiliz. Bu, bize kökten muhalif parti bile olsa. Bunlara komünist parti de dâhildir. Bu tavır, ilkesel olarak İslâmî ve şeriat usûlüne uygundur."

Üstad Gannuşi bu iddiasına, İslâmî yönetimin ateşe tapan Mecusiler ve muhtelif putperestler dâhil olmak üzere farklı inanç mensuplarını, yahudileri ve hıristiyanları bünyesinde barındırmasını delil göstermişti. Bunun yanı sıra Medine'de kurulan devletin anayasası hükmündeki belgeye yahudilerin ve hıristiyanların haklarının da alındığını dile getirmişti.

Burada dikkatten kaçtığını düşündüğümüz bazı hususlar var:

1.Bugün dünya ülkelerinin anayasaları tüm siyasal partilere izin vermez. Kendi temel düzenlerine ve anayasalarına aykırı faaliyet yapabilecek siyasal çalışmalara engel koyarlar.

2.Mecusi, hıristiyan ve yahudi gibi azınlıkların barındırılması onlara başkalarını kendi sapık inançlarına çağırma hakkı tanıma veya çirkin amellerin yayılması için çalışma yahut Müslümanların üzerinde kendi kanunlarını ve şeriatlarını uygulama hakkı tanıma anlamına gelmez. Resûlullah (s.a.s.)'ın yazdırdığı Medine Vesikası'nda yahudilerin kendi dinleri Müslümanların da kendi dinleri üzere olacakları, aralarında bir ihtilaf çıkması durumunda çözümü için Allah'ın hükmüne ve Muhammed (s.a.s.)'e başvurulacağı vurgulanmıştır. Yahudilerin kutsal kitaplarında muamelata dair hükümler olmadığından bu konularda İslam şeriatına başvurmaları kendi dinî naslarına ters düşmez.

3.Demokratik düzenlerde çok partililiğin kayıtsız bir şekilde uygulanacağı, hiç bir engel konmayacağı anlamına gelmez. Demokrasinin çıkış yeri olarak bilinen Avrupa'da da partiler için şu şartlar konmaktadır:

a.Anayasa ve yasaların koyduğu kurallara uyulması

b.Devletin genel düzeninin korunması

c.Toplum düzeninin korunması ve çoğunluğun inancına saygıyla ilgili kurallara bağlılık

d.Devletin hâkimiyet ve gücünün korunması

e.Başkalarının haklarının gözetilmesi

f.Genel özgürlüklerin güvence altına alınması

g.Kişisel özgürlüklerin, ferdi ve ailevi sırların korunması

Demokratik düzende ulusal egemenliğin korunması için bu kurallara bağlı kalınması gerekli görülmüştür.

Çağdaş İslâmî hareketler de çok partililiği, İslâm'ın koyduğu prensiplere, devletin anayasasına ve çoğunluğun dini olan İslam'a göre şekillendirmeyi, toplumun yararlarına olacak ilkelere bağlamayı gerekli görmüşlerdir.

İmam Hasan el-Benna ve Çok Partililik

Bazıları Müslüman Kardeşler'e bu konudaki eleştirilerini, kendileri çok partililiği prensipte reddettikleri için bazıları da İmam Hasan el-Benna'nın birtakım sözlerinden onun bunu reddettiği anlamı çıkarmaları sebebiyle yöneltmişlerdir. İmam Hasan el-Benna'nın bu konudaki görüşlerini doğru bir şekilde anlamak için konu hakkında söylediklerini derli toplu bir şekilde ele almak ve topluca değerlendirmeye tabi tutmak gerekir. Aksi takdirde eksik ve hatalı anlaşılmış olur.

İmam el-Benna'nın siyasi partilerle ilgili sözlerine baktığımızda şu sonuçların çıktığını görürüz:

1.Sloganı ihtilaf, ayrılık olan, yönetime geçebilmek için saygın olsun olmasın tüm araçları kullanmayı meşru gören partileri eleştirmektedir. Onun dönemindeki Mısır partilerinin sıfatı da genellikle buydu. Ahlâkı bozan, bağlantıları dağıtan ve ümmete zarar veren politikaları vardı.

2.Söz konusu eleştirilerinde özellikle o zamanki Mısır partilerini kastettiği şu ifadelerinden de anlaşılıyor: "Dünya ülkelerinden herhangi birinde anlaşıldığı anlamıyla gerçek partiler değiller. Daha çok kişisel görüş ayrılıklarının doğurduğu bölünmelere kapı açmışlardır."

3.Mısır'daki partilerin ortaya çıkış hikâyelerini ve üstlendikleri rolleri anlattıktan sonra Mısır'ın işgal altında bir ülke olduğuna dikkat çekerek bu partilerin varlığını sürdürmesine gerek olmadığını, bağımsızlık ve dâhili düzenleme için güçleri birleştirmeye ihtiyaç olduğunu ifade ediyor.

4.Müslüman Kardeşler'in kuruluşunun onuncu yıl dönümü münasebetiyle 1938'de düzenlenen Beşinci Kongre'de yaptığı açıklamada söz konusu partileri aralarındaki husumete son vererek, bu partilerin kuruluş amaçları olan hedefe ulaşmaları için birleşmeye çağırmıştır. Bu amaç ise Mısır vadisini İngiliz işgalinden kurtarmaktır. Buradaki açıklamasında Müslüman Kardeşler'in görüş ve düşünce özgürlüğü, şura ve nasihat ile parti taassubunu birbirinden ayırdıklarını, birincisini İslâm'ın gerekli kıldığını ikincisinin ise ümmeti daha fazla bölünme ve parçalanmaya götürdüğünü dile getirmiştir.

5.Partilerle ilgili zikrettiğimiz sorundan dolayı hükûmet başkanına, parlamentoya, halk komitelerine ve değişik çevrelere "İslâm düzeninin ışığında sorunlarımız" başlığıyla bir mektup yazarak seçimler kanununun aşağıdakileri temin edecek şekilde değiştirilmesi talebinde bulunmuştur.

a.Adayların bir sıfatlarının olması. Belli heyetleri temsil etmeleri durumunda temsil ettikleri heyetlerin belirgin programlarının ve gayelerinin olması, adayın da bu program üzere çalışacağını bildirmesi. Bir heyeti temsil etmemeleri durumunda ise halkı temsil etmelerine imkân verecek bir iyileştirme programı ortaya koymaları. Bunun büyük ölçüde Mısır partiler kanununun değiştirilmesiyle de ilgili olduğunu dile getirmiştir.

b.Propaganda çalışmalarına aileleri, evleri ve kişisel hakları hedef almayacak şekilde sınırlama getirilmesi.

c.Seçimlerin ve adaylıkların kişisel çıkarlara alet edilmesinin önüne geçilmesi için liste usûlü seçim düzeninin getirilmesi.

d.Seçimlerde yalan ve rüşvete ağır cezalar uygulanması

Müslüman Kardeşler, İmam Hasan el-Benna'dan sonra da 2 Ağustos 1952'de yani askerî darbeden bir hafta sonra yayınladığı bildiride en kısa zamanda cunta yönetiminden özgürlükleri garanti eden sivil, parlamenter sisteme geçilmesini istemiştir. 1953'te partilerin ilga edilmesi yasasının çıkarılmasına da tepki göstermiş, cemaatin o zamanki genel mürşidi Hasan el-Hudaybi de konu hakkında kendisiyle yapılan röportajda Mısırlılar arasında yaygın olan; "Beyaz öküzün yendiği gün ben de yenmişim" nüktesini zikrederek parlamenter düzenin rafa kaldırılmasına itirazını dile getirmişti. 4 Mayıs 1954'te de hükûmet başkanına gönderdiği yazıyla yeniden parlamenter düzene geçilmesi talebini bildirmişti. Bütün bunlar cemaatin ikinci genel mürşidi el-Hudaybi'nin tavrının da askerî sisteme karşı, parlamenter sistemden yana olduğunu ortaya koymaktadır. Cemaatin tutumu kurucusundan bu yana sivil parlamenter sistemden yana cuntacı ve diktacı yönetimlere ise karşı olmuştur. Sonraki genel mürşitlerinin de aynı çerçevede açıklamaları mevcuttur.

İmam el-Benna'nın Milliyetçilik ve Ulusçuluk Hakkındaki Görüşlerine Yönelik Eleştiriler

İmam Hasan el-Benna, milliyetçiliğin ve ulusçuluğun oldukça ilgi gördüğü, etkili olduğu, yönlendirici bir fikri akım haline geldiği bir dönemde yaşamıştır. Bazı dış güçler Müslümanları birbirinden koparabilmek için İslâm coğrafyasında insanların birbiriyle bağlarının inanç temelleri üzere değil ulusal kimliklere ve kan bağlarına göre oluşması için yoğun çaba harcıyorlardı. Bu yöndeki ideolojik söylemlerle halklara hitap edenler de ulusal temeller üzere güçlü bağlantılar kurabileceklerini ve kan bağını dış tehditler karşısında sağlam cepheler oluşturmak, uluslararası alandaki yarışmada güçleri bir araya getirmek için değerlendirebileceklerini sanıyorlardı. Oysa gerçekte çok daha geniş bir kitlesel gücü bir araya getirecek inanç bağını devreden çıkararak ümmeti küçük parçalara ayırdıklarının farkında değillerdi.

O dönemde İslâm âleminde milliyetçiliğin ana merkezini de, bu ideolojinin Turancılık düşüncesinin kaynağı haline getirildiği ve hilafetin merkezi durumundaki İstanbul oluşturuyordu. Bu düşünceyi ideolojik kimliğin temel düşüncesi haline getiren İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin 1908'de Sultan II. Abdülhamit'i tahttan indirmesinden sonra Arap dünyasında Araplara yönelik baskı, resmi şiddet ve aşağılayıcı uygulamalar başladı. İttihat ve Terakki'nin ileri gelenlerinden Cemal Paşa'nın Şam'da Cemal es-Seffak (kan dökücü Cemal) olarak ün salmasının sebebi de hiçbir hukuki gerekçeye dayanma ihtiyacı duymadan insanları katletmesi, aşağılaması ve haksızlığa uğratmasıdır. Bütün bu uygulamalar Araplar arasında Türklere ve Türk yönetimlerine karşı kavmiyetçi, milliyetçi, bağımsızlık yanlısı akımların hızlı bir şekilde taraftar bulmasına yol açtı. Meşhur İngiliz ajanı Lawrance'ın Türk karşıtlığı temelli Arap kavmiyetçiliğinin hızla yayılmasında da söz konusu toplumsal etkenlerin rolünün olduğunu söylemek mümkündür.

Bütün bu gelişmeler sebebiyle milliyetçilik ve onunla ilgili kavramlar sıkça gündeme geliyor, konuşuluyor ve fikir dünyasına atılan, özellikle de liderlik konumunda olan herkes ister istemez bu konuda ne düşündüğünü söyleme ihtiyacı duyuyordu.

İmam Hasan el-Benna da o zaman bayağı taraftar toplayan ideolojik akımlar hakkında düşüncelerini dile getirme ihtiyacı duymuş ve şu noktalara temas etmiştir:

"Çağımızda yaygınlık kazanan, kalpleri ayıran, zihinleri karıştıran fikri akımları da davet (İslâm) terazimize koyarız. Uyarsa hoş geldin deriz, uymazsa da biz ondan uzağız."

Bunu söyledikten sonra Arapçadaki "vataniyye" kavramı üzerinde durur. Buna Türkçede milliyetçilik veya vatanseverlik anlamı vermek mümkündür. Ancak Türkçedeki ideolojik anlamıyla milliyetçiliğin Arapçadaki tam karşılığının "kavmiyye" olduğunu belirtmekte de yarar görüyoruz.

İmam el-Benna, "vataniyye" fikrini İslam'a uyan ve uymayan diye ikiye ayırarak şu bilgileri veriyor:

1.Milliyetçilik (vataniyye) davetçileri eğer bununla şu toprağı sevmeyi, ona gönül vermeyi ve onun için çalışmayı kastediyorlarsa bu bir yönüyle insanın tabiatına yerleştirilmiş bir duygu, bir yönüyle de İslâm'ın bir emridir. Dini ve inancı için bütün varlığını feda eden Bilal (r.a.) hicret yurdunda, asıl vatanı olan Mekke için yüreklerindeki duyguyu dile getiren, kalbindeki hasreti dışa vuran beyitleri söyleyince Resûlullah (s.a.s.) göz yaşlarını tutamamış ve "Asil" diye nitelediği Mekke'ye hitapla "Ey Asil! Bırak yürekleri de taşsın!" demişti.

2.Eğer kastettikleri ülkeyi gasp edicilerin hâkimiyetinden kurtarmak, bağımsızlığına kavuşturmak ve mensuplarının gönüllerine özgürlük ve onur duygularını yerleştirmek ise biz bu konuda da onlarla birlikteyiz. İslâm bunun üzerinde özellikle durmakta ve Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Diyorlar ki: "Andolsun ki, eğer Medine'ye dönersek en yüce olan en aşağı olanı oradan çıkaracaktır." Oysa yücelik Allah'a, Peygamber'ine ve mü'minlere aittir. Ama münâfıklar bilmezler." (Münâfikun, 63/8) "Allah, kâfirlere mü'minlerin aleyhine bir yol vermeyecektir." (Nisa, 4/141)

3.Eğer kastettikleri ülke ahalisi arasında bağları güçlendirmek ve onları bu ülkenin hizmetine götüren yola, yararına olacak işlere yöneltmek ise bu konuda da onlarla birlikteyiz. İslâm bunu bir yükümlülük olarak yükler ve Peygamber (s.a.s.) de; "Ey Allah'ın kulları kardeşler olun" diye buyurur. Kur'an-ı Kerim'de de şöyle buyrulur: "Ey iman edenler! Kendinizden olmayanı sırdaş edinmeyin. Onlar aranızda fesat çıkarmaktan geri durmazlar. Size sıkıntı verecek şeylerden hoşlanırlar. Kinleri ağızlarından taşmaktadır. Kalplerinin gizlediğiyse daha büyüktür. Eğer akıl ediyorsanız size ayetleri açıkladık." (Ali İmran, 3/118)

4.Beldelerin fethedilmesini ve yeryüzü üzerinde hâkimiyeti kastediyorlarsa bu da İslâm'ın emridir. Yüce Allah bu konuda da şöyle buyurur: "Fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlara karşı savaşın. Eğer vazgeçerlerse şüphesiz Allah ne yaptıklarını görmektedir." (Enfal, 8/39)

Bir de İslâm'a uymayan şekli var ki;

Eğer kastettikleri ümmeti, birbiriyle çarpışan, birbirlerine kılıç çekmiş parçalara, gruplara, amaçları, davaları, arzuları farklı hiziplere ayırmak ise bu her bakımdan düşmanın işine yarayacaktır. Düşman bu yolla ümmeti hakta parçalara ayırıp batılda birleştirme imkânı bulabilecektir. Birbirleriyle bağlarını koparacak, yardımlaşmalarını engelleyecektir. İşte bu saptırıcı bir milliyetçiliktir, ne çağırıcılarına ne de halka bir yararı olur. Böyle bir milliyetçilik çağrısında İslâm'ın hiçbir prensibini bulmak mümkün değildir. Ama kavramlarının istismar edildiğini görürüz.

Dolayısıyla bizim milliyetçilik anlayışımızın kapsadığı alanın sınırlarını inanç belirler. Bize göre üzerinde "La ilahe illallah Muhammedun Resulullah" diyen bir Müslümanın bulunduğu her yer vatandır ve o vatanın bize göre bir saygınlığı, kutsallığı, bizim de ona karşı sevgimiz, samimiyetimiz vardır. Milliyetçiliğimiz de o vatanın tamamını içine alır. Onun iyiliği için cihad ederiz. Milliyetçiliğimizi yer yüzünün küçük bir parçasını kapsayan dar bir alana sıkıştırmayız.

Ayrıca belli bir beldenin hesabına başka bir beldenin üstünlük ve güç elde etmesi için çalışma yanlısı değiliz. Biz hiçbir İslâm beldesi hesabına bunu istemeyiz. Biz gücün hepimiz için ortak güç olmasını arzularız. Kuru bir milliyetçiliğe çağıranlar ise bunda yani başkaları hesabına üstünlük ve onların üzerinde güç elde etme çabasında sakınca görmezler. Böyle bir anlayış ise aradaki bağları koparır ve toplumları birbirine düşman eder.

İmam Hasan el-Benna, Müslüman Kardeşler'in İslâmcı kimliklerinin vatanseverliklerinin önünde perde oluşturduğuna dair eleştirilere karşı Beşinci Kongre'de hemen hemen aynı hususları dile getirmiş ve kendileri için ölçünün İslâm olduğuna, vatanseverliğin ise İslâm'ın öğretisinde yer aldığına dikkat çekmiştir.

Müslüman Kardeşler'in şairlerinden birinin şu beyitleri de vatandan ve vatanseverlikten ne anladıklarını çok özlü bir şekilde ortaya koyuyor:

Ben kendim için İslâm toprağından başka vatan bilmiyorum

Şam da bunun içindedir üzerinde Nil'in aktığı vadi de

Her ne zaman bir beldede Allah'ın adı anılırsa

Orayı vatanımın bir parçası bilirim

Müslümanın vatan konusunda ilgi ve duyarlılık ölçülerini belirleyen de İslâm fıkhıdır ki fıkhen, Mekke , Medine ve Kudüs gibi kudsiyet ve önceliği olan beldelerin dışında kalan toprakların Müslüman açısından öncelik sıralaması şöyledir:

Birincisi: Üzerinde bulunduğu, yaşadığı, yararlandığı belde ve yurt.

İkincisi: Müslümanların yaşadığı tüm beldeler. Üzerinde Müslümanların yaşadığı tüm topraklar ve beldeler Müslüman açısından bir vatan ve yurttur.

Üçüncüsü: Tarih boyunca İslâm'ın hâkimiyet kurmuş olduğu, İslâm medeniyetinin ulaştığı ve bayrağının dalgalandığı bütün beldeler.

Dördüncüsü: İslâm'ın davet ve tebliğinin ulaştırılması gereken ve üzerinde bir tek kişi de bulunsa insan evladının yaşadığı tüm yeryüzü. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurur: "Fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlara karşı savaşın." (Enfal, 8/39)

İmam Hasan el-Benna kitaplarında Arapçadaki "kavmiyetçilik" tanımlamasına giren milliyetçilik düşüncesini de medeniyet kavmiyetçiliği, ulusal kavmiyetçilik, cahiliye kavmiyetçiliği, düşmanlık kavmiyetçiliği gibi çeşitli kategorilere ayırmakta ve içerdiği anlamlara göre değerlendirmektedir. Bu açıklamaları yaptıktan sonra Müslüman Kardeşler'in bütün bu anlamlarıyla kavmiyetçilik düşüncesinin dışında olduğunu dile getirerek, bu cemaatin bütün bu düşünceler hakkındaki tavrını Resûlullah (s.a.s.)'ın şu hadisi şerifinin belirlediğini vurgular: "Şüphesiz Allah sizden cahiliye dönemi övünmelerini ve atalara dayanarak büyüklenme düşüncesini kaldırmıştır. İnsanlar Adem'dendir; Adem de topraktandır. Bir Arabın Arap olmayana takva dışında hiçbir şeyle üstünlüğü olamaz." İşte kavmiyetçilik hakkında tavır ve düşüncemizi bundan daha güzel ifade edecek, bundan daha güzel özetleyecek bir söz olamaz. İnsanlar soy yönünden eşittir. Üstünlük ancak amelle, çalışma ile kazanılır. Artık yapmamız gereken hayırda yarışmaktır.

Sonuç

Müslüman Kardeşler'e yöneltilen bunların dışında da eleştiriler olmuştur. Ancak bazıları tamamen kişisel yaklaşımlara ve ön yargılara dayanır. Bazıları da belli bölgelere mahsus fikri akımların tercih ve yaklaşımlarıyla ilgilidir.

Bu cemaatin mesajının ulaştığı muhtelif beldelerde konuşulan ve gündeme gelen eleştirilerin de tamamının bu kadardan ibaret olduğunu söyleyemeyiz. Ancak özellikle Türkiye'de gündeme taşınan eleştiriler arasında en çok zihinleri kurcalayan hususların başında gelenler arasında bunların yer aldığını söyleyebiliriz.

Hiçbir beşer veya beşeri hareket eleştiriden azade değildir. Doğruya yöneltme ve nasihat amaçlı eleştirilerden de olumlu sonuçlar çıkacağına inanıyoruz. Ama her zaman mutlak doğrunun kendilerinde olduğu taassubundan hareketle, kendileri gibi düşünmeyenleri mahkûm etme anlayışıyla eleştiri yapanların tutumlarında ıslah amacı bulabilmek zordur.

Sözün başında da ifade ettiğim üzere burada aktardığım savunmalar, Müslüman Kardeşler'e yöneltilen eleştirilere bizzat kendi kaynaklarında verilen cevaplardır. Bazı yerlerde ifadeleri olduğu gibi Türkçeleştirerek nakletmeye çalıştıysam da genelde özetleyerek aktardım. Kaynaklardaki bilgilere sadık kalmaya çalıştım. Hatalarımızdan dolayı Yüce Allah'ın bizleri bağışlamasını ve hepimizi her zaman en doğru olana yöneltmesini diliyoruz.

İrtibatlı Yazılar:

  • Hasan el-Benna ve Müslüman Kardeşler Sempozyumu
  • Müslüman Kardeşler'i Konuşacağız