Ekim 2011, Ribat
Uluslararası emperyalizmin korkunç bir güç savaşı olarak bildiğimiz ve insanlığın şahit olduğu en kanlı savaş olarak tarihe geçen İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra aynı güçler tekrar benzer bir ateşin içine düşmemek için uluslararası uzlaşma mekanizması oluşturmayı planladılar. BM de bu planın ürünüdür. Dolayısıyla BM gerçekte milletlerin değil dünyada dengeleri kontrol altına almaya çalışan hâkim güçlerin birleşmesidir. Ondan dolayı da söz konusu hâkim güçlere teşkilatın yaptırım gücüne sahip organında yani Güvenlik Konseyi'nde hem daimi üyelik hem de veto hakkı verilmiştir. Yani onlar birbirlerinin ayaklarına basmayacaklar kimse de onların ayaklarına basamayacak. Ama kurulan teşkilatın uluslararası çapta bir "meşrulaştırma" mekanizması olması, onun siyasetinin ve kararlarının dünya halklarının çoğunluğunun onayından geçtiği imajı verilmesi için özellikle Birleşmiş Milletler adı kullanılmıştır. Dikkat edilirse bu kurumda bir uluslararası demokrasi uygulandığı, kabul veya reddin halkların çoğunluğu adına gerçekleştiği imajı verilmesi için bilhassa Birleşmiş Devletler değil Birleşmiş Milletler adı kullanılmıştır. Demokrasilerde yasama yetkisi halklara yahut onların temsilcilerine verildiği için dünya çapında yasallaştırma veya meşrulaştırma işlemini yürüten mekanizmanın da gücünü dünya halklarından aldığı kanaatinin hakim kılınması amacıyla yanıltma işlemine önce isimden başlanmıştır. Oysa bu kurum gücünü dünya halklarından değil İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra dengeleri oluşturan hâkim güçlerden aldığı gibi karar mekanizmasında görev alan temsilciler de seçimle değil tayinle belirlenmektedir.
BM her ne kadar doğal insan haklarının korunması ve dünyada barışın hâkim kılınması görevini üstlendiğini ileri sürse de dediğimiz gibi gerçekte emperyalist hâkim güçlerin dünyaya hükmetmede izledikleri siyaseti, onların piyonluğunu yapacak yönetimleri, yine onların politikalarına uygun bölünmeleri, işgalleri hatta vahşi saldırıları, kıyımları ve katliamları meşrulaştırma görevini yürütmektedir. Normalde dünyaya barışı hâkim kılma iddiasında bulunmasına rağmen çağdaş emperyalizmin hesapları gereği gerçekleştirilmiş olması sebebiyle ABD'nin Irak ve Afganistan işgallerini yasallaştırabilmek için elinden gelen her gayreti ortaya koymuştur. İnsanların meşru haklarının korunmasını bir görev bildiğini iddia etmesine rağmen hâkim güçlerin siyasetlerine hizmet eden piyon dikta rejimlerinin zulümlerine sürekli sessiz kalmış, hâkim güçlerle ihtilafa düşen yönetimleri ise "insan hakları" sopasını kullanarak her fırsatta köşeye sıkıştırmaya çalışmıştır. Kendi işgal edilmiş topraklarını işgalden kurtarmak için haklı mücadele veren hareketleri terör örgütü olarak nitelerken emperyalist güçlerle uzlaşmayan, onların politikalarına karşı çıkan ülkeleri küçültmek amacıyla ortaya çıkarılan silahlı örgütleri bütün gücüyle desteklemiş, onların haklı bir mücadele verdikleri ön yargısını tüm dünyaya kabul ettirmeye çalışmıştır. İnançları gereği başlarını örtmelerinden dolayı mağdur edilen, büyük haksızlıklara uğratılan Müslüman hanımların haklarına sahip çıkmak için parmağını bile oynatma ihtiyacı duymazken fuhuş ve toplumu ifsad çabalarından dolayı cezalandırılanları kurtarmak amacıyla yine insan hakları değneğini kullanmaktan zerre kadar hicap duymamıştır.
Buna binaen BM'nin uluslararası yasallaştırma mekanizması olarak çalışmasının gerçekte doğal hukukun yerini bulması, tüm insanların fıtraten yani temelde insan olmaları gereği sahip oldukları haklarını kullanmalarının önündeki engelleri kaldırma amacına değil hâkim güçlerin tüm dünyaya hükmetme, şekil verme politikalarının önündeki engelleri kaldırma amacına yönelik olduğu çok açıktır.
Filistin toprakları üzerinde kurulan siyonist işgal devleti esasta gayri meşrudur. Çünkü bir halkın kendi öz yurdundan çıkarılması ve topraklarının silahlı şiddet yoluyla gasp edilmesi sonucu işgal edilmesi neticesinde kurulmuştur. Bu topraklar kesinlikle satın alma yoluyla değil işgal, gasp ve silahlı şiddet yani terör icra edilmesi yoluyla ele geçirilmiştir. Bugün uluslararası hukukun en çok üzerinde durulan temel kuralı niteliğindeki özel mülkiyetin dokunulmazlığı kuralı siyonist işgal devletinin kurulabilmesi için gasp edilen toprakların yüzde doksanının ele geçirilmesinde çiğnenmiştir. Ama kendini insan haklarının ve uluslararası hukukun bekçisi gibi lanse eden BM gasp edilen özel mülklerin sahiplerine iadesi için bir adım dahi atmazken bu mülklerin gasp ve işgali yoluyla kurulan siyonist devleti hızla meşrulaştırmış, temel hukuk ilkelerine göre gayri meşru sayılması gereken devleti hızla üyeliğe almıştır. Oysa siyonist terör örgütlerinin "İsrail" adında bir devlet ilan etmek amacıyla gerçekleştirdikleri işgal ve gaspın Hitler'in gerçekleştirdiği işgal ve gasplerden hiçbir farkı yoktu. Normalde BM'nin kuruluşunun temel mantığı bir Hitler hadisesinin yeniden yaşanmasına fırsat vermemek için insanlığın ittifakını sağlama amacına dayanıyordu. Buna rağmen siyonist işgal devletinin kuruluşunda ikinci bir Hitler olayını BM bizzat kendi eliyle destekliyor, ona sahip çıkıyor ve onu hızla meşrulaştırma çabası içine giriyordu. Daha kuruluşunun üzerinden üç yıl geçmeden ikinci bir Hitler saldırganlığının, işgalciliğinin ve yayılmacılığının meşrulaştırma mekanizması olarak hızla devreye giriyordu. Sadece temel insan haklarının ve uluslararası hukukun çiğnenmesi konusunda değil izlenen metotta da aynen Hitler'in metodunun kullanıldığının çok açık bir şekilde görülmesine rağmen. Siyonist katiller de aynen Hitler'in askerlerinin yaptığı gibi insanları öldürüyor, cesetlerini kamyonetlere yüklüyor ve sokak sokak dolaştırarak "eğer buraları terk etmezseniz sizin sonunuz da böyle olacak!" diye ilanlar yaparak insanları evlerini, topraklarını, öz yurtlarını terk etmeye zorluyorlardı. Hitler de işgal ettiği bölgelerde özellikle yahudi unsura karşı bu uygulamaya başvurmamış mıydı?
BM, katil terör örgütlerinin tamamen hukuku çiğneyerek kurdukları siyonist işgal devletini meşrulaştırmak için hızla devreye girdiği gibi sonrasında da onu, bizzat kendisinin dünyaya getirdiği öz çocuğu gibi korudu. Komşu devletlerin ona karşı bir yanlış yapmalarına asla fırsat vermemek için sürekli sopasını kullanırken, kendi çocuğu siyonist işgal devletinin ciddi hatalarına karşı bile sadece "yapma yavrum!" dercesine küçük bir hatırlatmada bulunmayı yeterli gördü. Üstelik çocuğunun yaramazlıktaki ısrarlarına karşı kendi "yapma yavrum" hatırlatmasında ısrarlı davranmadan.
Mavi Marmara olayında BM bir ikilem içinde kaldı. Yine yaramazlık yapan kendi çocuğu, zarar gören, mağdur edilen ve hatta öldürülenler ise başkalarının çocuklarıydı. Kendisinden artık çocuğunun kulağını çekmesi hatta bununla kalmayarak ona hak ettiği cezayı mağdur edilenlere de haklarını vermesi isteniyordu. Uluslararası hukukun bekçiliğini yaptığı iddiasında bulunurken haksızlık ve zulmün bekçiliğini yaptığının iyice gün yüzüne çıkması onu zora sokacaktı. Bu yüzden olayların ilk patlak verdiği ve tepkinin zirveye çıktığı sırada en azından tarafsız davrandığı, mağdur edilenlerin de kendilerini kolayca ifade ederek haklarını istemelerine fırsat verdiği kanaati oluşturmaya çalıştı. Bu sebeple önce yüzünün, "adalet ve hukuk" maskesiyle örtülü tarafını gösterdi. Herhangi bir maskeyle kapatılmamış tarafını ise daha sonra gösterecekti. Herhangi bir maskeyle kapatılmadığı zaman da iyice çirkin, iğrenç, vahşi ve tiksindirici olduğu görülür.
Mavi Marmara katliamı konusunda İnsan Hakları Komisyonu BM'nin adalet ve hukuk maskesiyle örtülmüş yüzüdür. Bu komisyonun üyeleri İstanbul'a gelip mağdur edilenlerin ifadelerini almak, hadiseler hakkında gerçekçi bilgiler toplayarak raporlarını bu bilgilere dayandırmakla inandırıcı olmaya çalıştılar. Raporları her ne kadar yeterince âdil ve tatmin edici olmasa da en azından büyük ölçüde doğru bilgileri içeriyor ve yapılan haksızlıkları teşhis ediyor. Ama BM bunu sadece göz boyamada kullanırken suçluları ortaya çıkarıp üzerine gitmek için bir kaynak ve dayanak olarak değerlendirme yoluna gitmedi. Katlayıp belki bir daha açmamak üzere klasöre yerleştirerek rafa kaldırdı.
Palmer Komisyonu veya Paneli adı verilen kurul, BM'nin olayda maske örtülmemiş yüzüdür. Böyle bir komisyon oluşturmasının amacı siyonistlerin vahşi saldırılarının üstünü örtmek ve hatta onları haklı çıkarmaktı. Bunu yapabilecek kadar arsızlaşması ve iğrenç saldırıyı sonuçta bir gerekçeye dayandırması için zamana ihtiyacı vardı. Bunu başarabilmek için kullanacağı zaman içinde toplumu yönlendirme araçlarından da yararlanacak ve siyasi etkenleri devreye sokacaktı.
Bu iki komisyonun birbirinden bağımsız ve serbest çalışmaları sebebiyle birinin adil davrandığı için gerçeklere vurgu yaptığı, haklının haksızın teşhisinde isabetli davrandığı diğerinin ise siyasi amaçlara hizmet ettiği için çarpıtmalar yaptığı, siyonistlerin hesaplarına uygun sonuçlar çıkardığı düşünülüyor. Bundan dolayı yapılan açıklamalarda hukuku ayaklar altına alan komisyonun değil hukuka saygı duyan komisyonun raporunun nazarı dikkate alınması gerektiği vurgulanıyor. Bu temelde doğru ve yerinde bir vurgudur. Ancak tepede BM olduğu ve her ikisinin de çizgisini, fonksiyonunu ve ortaya koyacağı sonucu BM'nin siyasetinin belirlediği dikkatten uzak tutulmamalıdır.
BM önce karşısındaki kamuoyunun heyecanına ve oluşan siyasi havanın şartlarına göre bir politika belirledi, ona uygun komisyon oluşturdu. O komisyonun nasıl bir çizgi izleyeceğini ve ne tür bir rapor ortaya çıkaracağını zaten tahmin ediyordu. Komisyon her ne kadar bağımsız çalıştı, üyeleri hür iradeleriyle hareket ettilerse de BM de zaten onlarla ilgili tahminlerine göre bir siyaset belirlemişti. Neyin şeker neyin tuz tadı vereceğini ve neye şeker neye tuz katılması gerektiğini önceden biliyorsanız seçiminizi ona göre yaparsınız. O zaman çıkacak sonuç sizi rahatsız etmez. Bunu bilmeden bir siyaset belirlediğiniz zaman beklentilerinizin dışında sonuçlarla karşılaşmanın sıkıntısını yaşayabilirsiniz. BM siyasetini ve stratejisini önceden belirlemiş; insan hakları komisyonunun şeker, Palmer Komisyonu'nun da tuz tadı vereceğini çok iyi biliyordu ve zaten seçimini de ona göre yapmıştı.
BM, İnsan Hakları Komisyonu vasıtasıyla aynı zamanda sağ gösterip sol vurma taktiği uyguladı. Birinci komisyonla güven verici olmaya çalışarak ikinci komisyonuna da razı olunmasını, onun hazırlayacağı rapora önceden güvenilmesini sağladı. Böyle bir imaj ve intiba verilmeseydi güveni baştan kaybedecekti ve belki Türkiye başlangıçta BM'nin siyonist katillerden yana tavır takındığını dünyaya duyurarak böyle yanlı tutuma da onay vermeyeceğini açıklayacaktı.
Palmer Komisyonu, doğrulara ulaşma konusunda hiçbir çaba sarf etmemiş bilakis siyonist işgal güçlerinin kendisine verdiği strateji ve politika doğrultusunda bir yanıltma faaliyeti yürütmüştür. Bu faaliyetinde daha raporunu açıklamadan önce siyonist işgal devletinin hizmetindeki medya ve uluslararası siyonizmle işbirliği içinde olduğu bilinen medya ile yardımlaşması dikkat çekicidir. Raporun açıklanmasından aylar önce siyonist medyaya bilgiler sızdırıldı. Bu bilgiler komisyonun tamamen işgalci güçlerin planları doğrultusunda çalıştığını açıkça gösteriyordu. Raporun açıklanmasının dördüncü kez ertelenmesinden sonra da Avrupa'daki işbirlikçi medyaya bilgiler sızdırıldı. Bu bilgiler daha önce siyonist işgal güçlerine ait medya organları vasıtasıyla kamuoyuna sızdırılan bilgileri büyük ölçüde doğruladığı gibi siyonist katillerin suçlarının örtülmesi amacının raporun ana amacı olduğu gerçeğini de gözler önüne seriyordu.
İşin gerçeğinde bu bilgilerin sızdırılması komisyonla bağlantılı birilerinin medyayla gizli çalışması, el altından bir şeyler ulaştırması değil kurulun planlı bir işbirliği, yardımlaşma ve yönlendirme çalışmasından ileri geliyordu. Yoksa kimlerin çalıştığı bilinen ve az sayıda üyeye sahip bir komisyonda birilerinin böyle gizli iş yapması mümkün değildir. Maksat kamuoyunu açıklanacak rapora önceden hazırlamak ve kafalarda önceden birtakım tereddütler oluşmasını sağlamaktı.
***
Siz bu yazıyı okumamış mıydınız?: Yurda Dönüş Hakkından Vazgeçilemez