Köklü Değişim'in Arap Devrimleri Hakkında Röportajı

Haziran 2011, Köklü Değişim

Arap dünyasında meydana gelen bu hareketlenmelerde; sizce “korku duvarını” yıkan ve Müslümanların tanklara, silahlara karşı yürümesini sağlayan temel unsur nedir?

Bu, görünüşte Tunus'ta yaşanan bir olaydan kaynaklanan patlama gibi görünse de gerçekte uzun süren toplumsal birikimin sonucu ve birbirini izleyen hadiselerin toplamından çıkan sonuçtur. Kibrit küçük bir maddedir. Biri kibriti çaktığı zaman büyük bir yangın çıkarsa o yangının kibritin alevinden kaynaklandığını düşünürüz. Fakat o alevden büyük bir yangın çıkması için önceden orada gerekli malzemenin birikmiş olması gerekir. Toplumsal olaylar da öyledir.

Tunus'taki gencin kibriti çakmasından önce Arap dünyasında hâkimiyeti sürdüren dikta rejimlerinin uygulamalarından dolayı toplumlarda bir tepki birikimi oluşmuştu. Sorun sanıldığı gibi sadece bir ekmek sorunu değildi. Muhammed el-Buazzi adlı Tunuslu genci kendini yakmaya sürükleyen hadisenin tüm geçim kaynaklarının kurutulması, ailesine yiyecek temin etmesini sağlayacağı bütün kanalların kesilmesi olması genel anlamda da sorunun bir ekmek sorunu olduğu kanaatinin oluşmasına yol açmıştır. Fakat sonrasında yaşanan hadiseler sadece bundan ibaret olmadığını genel anlamda halkın karşı karşıya olduğu zulüm ve haksızlıklardan kaynaklanan köklü sorunlar yaşandığı ortaya çıkmıştır.

Korku duvarının aşılmasında ise birbirini izleyen hadiselerin etkisi oldu. Daha önce dünyayla irtibatları kesilen insanlara Internetin iletişim kapılarını açtığı bir gerçektir. Bu kapıların açılmasından sonra bütün özgürlüklerden ve fıtrî haklardan yoksun yaşayan toplumlar kendilerinin içinde bulundukları ortamlarla beşeri haklardan ve özgürlüklerden yararlananların içinde bulunduğu ortamların aynı olmadığını daha yakından gördüler. Bunun yanı sıra kendilerine karşı şiddet ve baskı uygulamada kabadayıca davrananların uluslararası platformda başkalarına karşı pısırık ve korkak olduklarına da çok yakından şahit oldular. Özellikle siyonist işgal rejimi karşısındaki korkaklıkları ve herhangi bir politika ortaya koyamamaları onların zaaflarını gün yüzüne çıkardı. Oysa aynı siyonist işgal devletinin her yönden kuşatmaya alınan direniş karşısında ciddi sıkıntı çektiğini, zorlandığını görüyorlardı.

Ben şahsen Özgürlük Filosu olayının ve ondan önce de Hayat Damarları kafilesinin Arap dünyasındaki yeni neslin gözünün açılmasında, başlarındaki dikta rejimlerinin korkaklıklarının ve zaaflarının gün yüzüne çıkmasında önemli rol oynadığını düşünüyorum. Mısır'daki dikta rejiminin Ariş'te yaşanan olaylarda geri adım atmak ve Hayat Damarları 2 kafilesinin önünü açmak zorunda kalması her ne kadar Mısır medyası tarafından gizli tutulduysa da bu ülkedeki gençliğin dikkatinden kaçmadı. Dolayısıyla o gençlik bu rejimin, kararlı direniş ve kapıların zorlanması karşısında boyun eğmek zorunda kaldığını gördü. Özgürlük Filosu olayı ise aynı gençlik için bir kararlılık ve direniş örneği oldu. Çünkü bu olay tüm Arap dünyasında ciddi yankı yaptı ve yeni nesli başlarındaki rejimlerin ihanetlerini sorgulamaya yöneltti.

Tunus'ta bir kıvılcımın çakılmasıyla başlayan direnişin kararlılıkla sürdürülmesi sonucunda yıllardır kendini adeta bir çelik duvar gibi kabul ettiren ve hiç sarsılmayacağı zannedilen dikta rejiminin bir ay içinde köşeye sıkışması ve kurtuluşu kaçmakta bulması o güçlü binalarının aslında birer örümcek yuvası gibi olduğunu gözler önüne serdi. Bu gerçeğin gün yüzüne çıkması ise korku duvarının aşılmasını sağladı ve dikta rejimleriyle yönetilen diğer Arap ülkelerindeki gençliği de cesaretlendirdi, harekete geçirdi.

Küresel güçlerin hegemonya mücadelesinin olduğu yerlerde olaylar devam ederken, tek bir küresel gücün hâkim olduğu yerlerde olaylar sonuçlanıyor diyebilir miyiz? Bu olaylarda küresel şer odaklarının dahli sizce ne boyuttadır?

Olayların patlak vermesi tamamen bir emrivakidir ve küresel güçler olarak da nitelendirilen çağdaş emperyalist güçlerin herhangi bir müdahalesi söz konusu değildir. Bu emrivakiyi hazırlayan toplumsal süreç de büyük ölçüde insan fıtratının ve toplum psikolojisinin bir yansımasıdır.

Burada öncelikle küresel güçlerin tabulaştırılmasının ve dünyada olan bitenlerin tümünün onların yönlendirmelerine bağlı olduğunu düşünmenin yanlışlığına işaret etmek istiyorum. Bu güçler her ne kadar geniş imkânlara, yakın takip ve silah gücüne sahip olsalar da Allah'ın hesabı ve kurduğu nizam önünde zaafları da ortaya çıkmaktadır. Bunun tarihte de muhtelif örnekleri vardır ki en ilginç örneklerini Kur'an-ı Kerim'de de kıssaları anlatılan Firavunların hayatlarında görmekteyiz. Malum olduğu üzere o zamanki Firavunlar da kendilerini dönemlerinde yeryüzünün ilahları ilan etmelerine rağmen birçok konuda zaafları ve acziyetleri ortaya çıkmıştır.

Arap dünyasında yaşanan son olaylarla birlikte hemen bunların arkasında da ABD'nin ve onunla menfaat ilişkisi içindeki diğer uluslararası güçlerin olduğu görüşleri ortaya atıldı. Bunlar vakıayı iyi okumadan sadece ön yargılarla ve biraz da ABD'nin tabulaştırılmasıyla ortaya atılan komplo teorileridir.

Bizim gördüğümüz kadarıyla küresel güçler hadiselerin patlak vermesi merhalesinde müdahil olamamış ama sonrasında gidişata hâkim olabilmek için müdahale etmeye çalışmışlardır. Bu amaçla Mısır'daki olaylara müdahale ve siyasi gidişata hâkim olmak amacıyla birçok siyasi ve diplomatik atak yaptıkları zaten açıktan görüldü. Bunun gizlenecek bir yanı da yoktu. Ama yeterince başarılı oldukları da söylenemez.

Libya'ya askerî müdahale ise iddia ettikleri gibi sivil halkı korumak ve muhalefete destek amacıyla değil artık gidişatı kontrol altına alma amaçlı bir müdahaledir. Çünkü söz konusu emperyalist güçler siyasi ve diplomatik ataklarından istedikleri başarıyı elde edemeyince askerî müdahale yolunu seçmişlerdir. Aradan geçen uzun zamana rağmen Kazzafi'nin devre dışı bırakılmayıp oyalama yapılması da müdahaledeki asıl amacın muhalif güçlerle pazarlığa oturup gidişatı kontrol altına almak ve halk hareketlerinin rotasını belirlemek olduğunu gözler önüne sermiştir.

Fakat bir yandan da dünyada artık dengelerin ve şartların değiştiğinin dikkatten uzak tutulmaması gerekir. Yüce Allah da Kur'an-ı Kerim'de günlerin insanlar arasında dönüşümlü olduğunu bildiriyor. Tarihe baktığımız zaman da çok büyük saltanatların dahilî veya haricî sebeplerle yıpranıp yıkıldıklarını görüyoruz. Birtakım yorumcular işte bu değişimi kabullenmekte zorlanıyor ve çağımızda ABD'nin bilgisi veya onayı olmadan hiçbir taşın yerinden oynamayacağını düşünüyorlar.

Suriye’yi diğer ülkelerden ayıran özelliği nedir? Neden burada daha fazla katliam yapılmasına izin verilmektedir? Ve sizce, neden Türkiye diğerlerine nazaran Suriye’de daha sessiz kalmıştır?

Diktatörlük, totaliter baskı ve resmî terör açısından Suriye'yi diğerlerinden farklı kılan bir şey yoktur. Zulüm her yerde zulümdür. Suriye'deki dikta rejimini zulüm ve şiddet uygulamasında haklı kılan herhangi bir sebepten söz edilemez. Fakat Suriye kendini farklı gösterebilmek için bazı hususları gündeme getirmeye çalıştı. Bunların en önemlisi ise siyonist işgal devleti karşısında izlediği tutumdu. Kendisinin siyonist işgal devletine karşı bir kalkan olduğu, Filistin direnişine destek verdiği, dolayısıyla böyle bir gücü ortadan kaldırmak isteyenlerin gerçekte İsrail işgal devletinin önünü açtıkları iddiasında bulundu. Bu iddia doğru olsa bile zulüm ve haksızlığa gerekçe teşkil etmez. Bir yanda siyonist işgalden kaynaklanan zulüm varsa diğer yanda da totaliter dikta rejiminin ezdiği yirmi beş milyon insan var. Biri diğerinin dayanağı ve gerekçesi olamaz. Kaldı ki Suriye'nin siyonist işgal ve zulüm karşısında bir kalkan olduğu iddiası da doğru değildir. Suriye yönetiminin stratejik amaçlarla Filistin'deki direniş gruplarına lojistik destek verdiği doğrudur. Bunu inkâr etmiyoruz. Ama öte yandan 1967'den beri siyonist işgal altında olan Golan tepelerini kurtarmak için işgalcilere bir taş dahi atmayan Suriye rejiminin tanklarını ve toplarını sadece meşru haklarını isteyen halkına çevirdiğini, meydanlara çıkan insanları topluca katlettiğini görüyoruz.

Dediğiniz gibi eğer ki Türkiye'de gerek halk ve gerekse hükûmet tarafından Suriye'deki katliamlara karşı biraz daha gür ses çıkarılmış olsaydı tahmin ediyoruz Beşşar Esed yönetimi saldırganlıkta, katliamlarda bu kadar cüretkâr davranamazdı. Resmi politikada bu ülkeyle önceden kurulmuş ilişkilerin etkili olduğu düşünülüyor. Biz İslâm coğrafyasında diplomatik ve ekonomik ilişkilerin geliştirilmesine, yardımlaşmanın güçlendirilmesine hiçbir zaman karşı çıkmayız. Suriye'yle Türkiye arasındaki yardımlaşmanın güçlendirilmesini de her zaman destekledik. Fakat bu aynı zamanda zulüm ve haksızlığa sessiz kalınmasının bahanesi olmamalı. Yeri geldiğinde haklının yanında haksıza karşı durulmalıdır. Pragmatist, menfaatçi politikaların aşılarak hakkın yerini bulması, zulmün önüne geçilmesi için daha müşahhas adımlar atılması gerekir. Türkiye hükûmetinden ve özellikle dış politikaya yön verenlerden de bu yönde adımlar atmalarını bekliyoruz.

Halkın tutumunu belki resmî tavır etkilemiş olabilir. Ama bizim tahmin ettiğimiz kadarıyla İslâmî camianın zayıf kalmasında ve Suriye'ye farklı pencereden bakılmasında bu ülkenin siyonist yayılmacılık önünde önemli bir fonksiyona sahip olduğu, Suriye'deki rejimin aradan çekilmesinin siyonist işgalle sınır komşusu haline gelmemize yol açacağı iddialarının büyük etkisi oldu. Bazılarının bu yöndeki iddialara ciddi şekilde inandıklarına şahit oldum. Oysa Suriye'deki mevcut rejimin böyle bir fonksiyona gerçekten sahip olduğuna bütün samimiyetimizle inansak bile yine onun icra ettiği zulümlere, gerçekleştirdiği katliamlara göz yummamız söz konusu olamaz. Kaldı ki onun gitmesi durumunda işgalci siyonistlerle sınır komşusu olacağımız iddiası da tamamen saçmadır. Beşşar rejiminin çökmesi durumunda onun yerine geçecek kadronun işgalci siyonistlerle sarmaş dolaş olacağını hiç kimse ileri süremez. Suriye halkının iradesini temsil edecek yönetimin daha samimi ve tutarlı bir tavırla işgalci siyonistlere karşı durmayacağını kimse iddia edemez. Suriye halkının Filistin davası konusundaki samimiyet ve duyarlılığı çok iyi biliniyor. Dolayısıyla onun iradesinin iktidara taşınması Filistin davası konusundaki duyarlılığının da iktidara taşınması demektir.

İran ve Nasrallah’ın Esad’ı destekleyen açıklamalarını ve yine Nasrallah’ın Kardavi’yi eleştiren açıklamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

İran'ın ve Hizbullah'ın Suriye'deki dikta rejiminin yanında yer alarak halkın haklı direnişini eleştiren hatta itham eden açıklamalar yapmaları büyük bir hayal kırıklığına sebep olmuştur. Hizbullah'ın siyonist işgale karşı verdiği mücadelesini asla basite alamayız ve küçümseyemeyiz. Ama buradaki kararlı duruşunu ve onurlu mücadelesini de diğer taraftaki yanlışının üstünü örtmenin bahanesi olarak göremeyiz. Doğruya doğru yanlışa yanlış deme hakkımız var.

Tunus'ta ve Mısır'da dikta rejimlerine karşı halk kararlı adımlar atınca ve devrimler gerçekleştirince İran'ın ve Hizbullah'ın bütün gücüyle bunlara destek verdiğine, her tarafta devrim edebiyatı yaptığına şahit olduk. Sonrasında Yemen'deki halk ayaklanmasına da destek verdiler. Bahreyn'deki ayaklanmayı ise adeta kendi üstlerine tapuladı ve ona yöneltilen herhangi bir eleştiriyi bile kendilerine doğru atılan taş kabul etti, bu yüzden sert bir üslûpla karşılık verdiler. Ama sıra Suriye'ye gelince tutum bir anda ve tamamen değişti. Sanki Suriye'deki ayaklanmanın diğer ülkelerdekiyle hiçbir benzer yanı yoktu. Buradaki halk haklarını istemiyor, fitne çıkarıyordu onlara göre.

Bu tutum bir çifte standarttır. Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere zulüm her yerde zulümdür. Suriye'deki zulmü farklı kılan hiçbir sebep ve etken yoktur. Zulme karşı haklarını arayanlar da bu mücadelelerinde haklıdırlar. Fakat İran'ın ve onunla paralel olarak Hizbullah'ın Suriye karşısında izlediği tutumun tamamen siyasi hesaplar ve çıkarlar için olduğu gayet açıktır. Bu tutumu sadece Suriye'nin Filistinli direniş hareketlerine lojistik destek vermesiyle ve Hizbullah'a arka çıkmasıyla izah edemeyiz. Esed yönetimiyle İran arasında bunun ötesinde önemli alanlarda işbirliği ve yardımlaşmanın olduğu biliniyor. Öte yandan Suriye'deki muhalif halk hareketinin de bundan memnun olmadığı ve Esed rejiminin devrilmesi halinde iplerin kopması ihtimalinin bulunduğu biliniyor. Ondan dolayı İran yönetimi Suriye'deki statünün değişmesine sıcak bakmıyor.

Üstat Yusuf el-Karadavi'ye yöneltilen tenkitler ise öncelikle Bahreyn'le ilgili açıklamalarından dolayıydı. Karadavi, Bahreyn'deki ayaklanmanın bir Şii ayaklanmasına doğru kaydırılmasından dolayı eleştirilerde bulunmuştu. Oysa Bahreyn'de hata Karadavi'nin açıklama yapmasından önce sürekli "Şii çoğunluğa hükmeden Sünni azınlık" vurgusunun yapılması, ardından mezhep renginin öne çıkarılması ve Sünni kesimin meydanlardan çekilmesiyle yapılmıştı. Oysa Bahreyn'de Şii çoğunluğa hükmeden Sünni azınlıktan değil mazlum çoğunluğa hükmeden zalim azınlıktan söz edilmesi gerekirdi. Bu azınlık da bir aileden ve onun yaver kadrosundan, ezilen kitle ise Şiisiyle Sünnisiyle bir halktan oluşuyordu. Dolayısıyla Tunus, Mısır ve Yemen'de olduğu gibi Bahreyn'de de bir halk dayanışmasına ihtiyaç vardı. Mezhep ayrışması ciddi hataydı. Karadavi'nin vurguladığı husus da buydu.

Bu olayların ardından “ılımlı demokratik İslam” Arap ülkelerinde daha kolay yer edinebilir mi? Ya da, gelecekte bu yaşananlar bölge halkına nasıl yansıyacaktır?

Burada öncelikle olayların bir İslâm devrimi olarak algılanmaması gerekir. İslâmî camianın bu hadiselerde aktif konumda olduğu inkâr edilemez. Ayrıca Cuma ve cami toplumsal hareketliliğinin merkezi olarak karşımıza çıkıyor. Ama bu olaylar dikta rejimlerine karşı geniş kitlelerin özgürlüklerine kavuşma mücadelesidir. Devrimler de birer halk devrimidir. Dolayısıyla bir merhalenin sonu değil başlangıç noktasıdır. Asıl önemli olan bundan sonraki yapılanma merhalesidir. Bu merhalede "ılımlı demokratik İslâm" anlayışının yer edinmesi ihtimali de var, ümmet bilinci temeline dayalı ve İslâm'ı her alanda hayat nizamı olarak kabul eden yapılanmanın yerleşmesi ihtimali de var.

Dikta rejimleri İslâmî oluşumların tüm örgütsel faaliyetlerinin önünü tıkamıştı. Biz bu rejimlerin devrilmesiyle örgütlenmelerin ve davet çalışmalarının önünün açılmasını umuyoruz. Halkların İslâmî duyarlılıklarını potansiyel bir enerji olarak kabul edersek bu enerjinin iyi yönlendirilmesi halinde yapılanma merhalesinde İslâmî hedeflere doğru adımlar atılmasının mümkün olduğunu söyleyebiliriz.

Bu arada çağdaş emperyalist güçlerin de olayların tümüyle dışında olmadıklarını, onların da kendi hesaplarına göre projeler geliştireceklerini, örgütsel çalışmaları finanse edeceklerini, yönlendirme faaliyetleri yapacaklarını gözden uzak tutmamak gerekir.

Sonuçta arzuladığımız meyveler daldan avucumuza düşmeyecek. Onları bizim toplamamız gerekiyor. Dün dikta rejimleri bu meyvelere bakmamıza bile engel oluyordu. Bugün bir avantajımız var. Onlarla ilgili plan yapma ve toplama imkânlarından yoksun değiliz. Dünle bugünün farkı bu olacak.

İrtibatlı Yazılar:

  • Zıddıyla Meşrulaştırma