Sorularla Devrimler

Haziran 2011, Ribat

Geçtiğimiz Aralık ayında Tunus'ta patlak veren olaylarla birlikte dünyanın birinci derecede gündemini Arap dünyasındaki halk ayaklanmaları oluşturuyor. Biz de Ribat dergisinin Şubat sayısından itibaren Ribat'a yazdığımız yazılarda söz konusu ayaklanmaları farklı boyutlarıyla ve gelişen süreci içinde ele almaya çalıştık.

Bu ayaklanmalara en başta birbirinden farklı isimler verildi. Kimi isyan, kimi ayaklanma, kimi devrim, kimi fitne dedi. Farklı yorumlar ve yaklaşımlar oldu. Bazılarına göre dikta rejimlerine karşı beklenen halk devrimleriydi. Bazılarına göre ise dış güçlerin planladığı birer oyundu. Bazıları ayaklananların yanında yer almayı tercih ederken bazıları da onların oyuna getirildikleri inancında olduklarını gizlemediler. Bazıları bu ayaklanmaların ardından Arap dünyasında İslâmî oluşumların iktidarları ele geçireceği heyecanına kapılırken diğer bazıları da İslâmî oluşumların ilkeselliği kaybetmesinden, demokratikleşme tuzağına düşmesinden yakındı. Böyle farklı yorumlardan ve yaklaşımlardan dolayı zihinlerde de çok farklı soru işaretleri oluştu. Bütün bu sorulara ne tarz cevap vermemiz ve zihinlerde o soruların oluşmasına yol açan yaklaşımlara bizim nasıl yaklaşmamız gerekiyor? Bu ayki yazımızda da konuyla ilgili belli başlı sorular üzerinde durarak bilgimiz çerçevesinde ve bakış açımıza göre cevaplandırmayı tercih ettik.

Bunlar Birer İslâm Devrimi midir?

İslâm coğrafyasında ümmetin bütünlüğünü temsil eden hilafetin ilgası ve İslâmî prensiplere bağlı kalmaya çalışan yönetimlerin yerini emperyalizmin hizmetindeki ulusal devletlerin almasından sonra bir yandan da yeniden İslâmî yönetime geçilmesi için örgütsel faaliyetler başladı. Bu faaliyetleri ve örgütleri destekleyen kitleler de dikta rejimlerine karşı başkaldırı hareketlerinin söz konusu faaliyetlerin bir ürünü, sonucu olmasını arzuluyor. Arzu ve beklentilerini aynı zamanda vakıayla birleştirmeye çalıştıkları için yaklaşımlarını da ona ayarlıyorlar. Gelişmelerin ve sonuçların beklentilerine göre olması durumunda müspet, olmaması durumunda ise menfi oy vermek için önceden zihnen ve ruhen hazırlanmış oluyorlar. Bu hazırlık da onları devrimlerin veya henüz sonuca ulaşmamış ayaklanmaların birer İslâm devrimi veya bu amaca yönelik bir ayaklanma olması gerektiği varsayımına yöneltiyor.

Oysa gerçekleştirilen ayaklanmalar birer halk ayaklanmalarıdır ve İslâmî oluşumlar motor gücünü oluşturan unsurlardan biridir. Ama bugüne kadar başarıya ulaşabilen ayaklanmaların başarılarının ana sırrını çok farklı kitlesel hareketlerin ve siyasal akımların birlikte, tam bir ittifak halinde hareket etmeleri oluşturmaktadır. Eğer bu ittifak sağlanmasaydı dikta rejimlerinin devrilmeye zorlanması çok da kolay olmayacaktı. Dolayısıyla gerçekleştirilenler birer halk devrimleridir ve bir ortak kazanım söz konusudur. Bu ortak kazanımdan sonrası ise yeniden yapılanma merhalesidir. İslâmî hareketin yeniden yapılanma merhalesinde izlemesi gereken politika ise ortak kazanım merhalesiyle ilgili tüm haklara riayet etmek olacaktır. İslâmî hareketin bu konuda izlediği stratejinin tutarlı bir strateji olduğunu söyleyebiliriz. Yeniden yapılanma merhalesinde en önemli belirleyici etken Müslüman kitlenin İslâmî duyarlılığı olacaktır. İslâmî hareketin yapması uygun olan da herhangi bir dayatma yapmak değil Müslüman kitlenin duyarlılığını değerlendirmek suretiyle yine dayanışmayı önceleyen bir yapılanmaya ağırlık vermektir.

Bununla birlikte bu ayaklanmalarda Cumaların ve camilerin birer hareket noktası, zulme karşı direnişin birer aktivasyon merkezi olduğunun da dikkatten kaçırılmaması gerekir. Bu da söz konusu ayaklanmalarda ve zulme karşı duruşlarda dinî duyarlılığın hem cesaret ve güç kazanmada hem de güçleri birleştirmede önemli rol oynadığını gösterir.

Halkların Haklarını İstemesi Ayıp mıdır?

Yıllardan beri zulme maruz kalan toplumlar, herhangi bir olayın etkisiyle de olsa meydanlara dökülünce ve zulüm rejimlerinin gitmesini isteyince hemen komplo teorileri üretilip de kafalara tereddütler sokulmasını anlamak zor. "Bunlar şimdiye kadar kuzu gibi itaat ediyorlardı öyle biri birden ayaklanmak, başkaldırmak nereden akıllarına geldi? Kesinlikle bu işin arkasında birileri vardır!" türünden yorumlarla komplo teorileri üretildi. Oysa bütün bu teorilerin ispatına delil teşkil edecek inandırıcı, ikna edici, sağlam bir bilgi ortaya koyabildikleri yok. Söyledikleri her şey tahmin, varsayım ve teoriye dayanıyor. Böyle halkları toptan mahkûm etme niteliği taşıyan içi boş teoriler üretmek yerine biraz da tarihi okumak ve toplum psikolojisini anlamaya çalışmak daha uygun olmaz mı? Tarih çok büyük halk ayaklanmalarına ve kitlesel devrimlere şahit olmuştur. O halklar da onlarca yıl zulme maruz kalmış ama meydanlara döküldüklerinde de zalimlerin saltanatlarının aslında çok zayıf olduğunu tarihe yazmışlardır.

Tunus'ta kendini yakan genç zulüm rejiminin canından başka her şeyini aldığını, onurunu dahi ayaklar altına aldığını, elinde kalan tek varlığı olan canını da kendi eliyle yakmak istediğini dünyaya haykırmış, işte bu ateş de bir kitlesel patlamaya yol açmıştır. Bu olay tamamen bir emrivakidir. Kesinlikle birilerinin önceden planlaması, perde arkasında durması sonucu ortaya çıkmış değildir.

Ezilen halkların haklarını istemek ve zalimlerden kurtulmak için meydanlara çıkmasında ayıplanacak bir şey yok. Zaten o insanlar kullanabilecekleri başka bir yol olmadığı için bu yola başvurmuşlardır. Başka bir yola başvursalardı da komplocular açısından değişen bir şey olmayacaktı; onlar yine olayların arkasında mutlaka bir gizli, karanlık el arayacaklardı. Ezilen halklar kendi iradeleriyle değil de birilerinin onları yönlendirmesi sonucu meydanlara dökülmüş olacaklardı.

Zulme Karşı Güçleri Birleştirmeye Hemen "Demokrasi Sapması" Diye Damga Vurmak mı Gerekiyor?

Ne kadar ilginçtir ki zulmün pençesinden kurtulmak ve özgürlüklerine kavuşmak için güçlerini birleştirerek meydanlara dökülen halkları bazıları da hemen "demokrasi tuzağı"na düşmekle mahkûm ettiler. Onlara göre bu toplumlar kralların tanrılaştırılması düzeninden, parlamentoları tanrılaştırmaya dayalı düzenlere gidiyorlardı. Dolayısıyla değişen bir şey olmayacaktı. Çünkü sonuçta bu da bir sapmaydı.

Bu insanların, Allah Resûlü (s.a.s.)'in Mekke'de zulüm gören sahabilere Habeşistan'a hicret etmelerini önermesi ve orada âdil bir kral olduğunu hatırlatması üzerinde biraz kafa yormaları iyi olmaz mı? Fars kralı Enuşirevan'ın herhangi bir şer'î nizama göre hükmettiğine dair bir bilgimiz yok. Ama âdil kral olarak tarihe geçmiş ve kendisinden bu yönüyle sürekli övgüyle söz edilmiştir. Hz. Muhammed (s.a.s.) peygamberlikle görevlendirilmesinden önce, Mekke'ye gelenlerin haksızlığa uğratılmalarını önlemek amacıyla oluşturulan Hilfu'l-Fudul'e katılmış, peygamberliğinden sonra da böyle bir ittifakın yeniden oluşturulması durumunda katılmakta tereddüt etmeyeceğini bildirmiştir.

İster krallık olsun, ister parlamento düzeni olsun, insanlara kan kusturan, bütün özgürlüklerini ve haklarını ellerinden alan, hiçbir hukuk prensibine bağlı kalmayan yönetim biçimiyle insanlığın üzerinde ittifak ettiği temel ilkelere dayalı hakları gözeten bir hukuk nizamını uygulayan yönetim biçimi aynı yere konulabilir mi? Bizim idealimiz elbette ki Allah'ın vahiyle bildirdiği nizamın hâkim kılınması ve yine vahye dayalı hukukun uygulamaya geçirilmesidir. Ama İslâm coğrafyasındaki zalim rejimler yüzünden, yüz binlerce insanımızın en azından kendilerine, Habeşistan Kralı Necaşi'nin sahabilere sunduğuna benzer bir sığınak bulabilmek için evlerini, yurtlarını terk etmek zorunda kaldıklarını unutmayalım.

Zalimlerin Yanında mı Yoksa Mazlumların Yanında mı Durmalıyız?

Konunun herhangi bir dinî, siyasi ve ideolojik boyutu olmasa bile salt biçimde ele aldığımız zaman karşımıza çıkan manzarayı iyi değerlendirmemiz ve ona göre tavrımızı belirlememiz gerekir. Ortada bir çatışma, savaş varsa bunun bir tarafında zalimler diğer tarafında mazlumlar duruyor. Bir tarafında tamamen zulme dayalı saltanatlarını sürdürmek isteyenler diğer tarafında ise bu zulümlerden kurtularak özgürlüklerine ve haklarına kavuşmak isteyenler var. Zulüm rejimlerinin siyasi sıfatları farklı. Bazıları krallık, bazıları da güya demokratik cumhuriyet. Ama fark eden bir şey yok. Hepsi de zulüm rejimi. Yönetimleri altındaki halklara kan kusturuyorlar. Biz burada nerede duracağız? "Ezilenler oyuna getirilmiş, birileri perde arkasından onlara yön veriyor yahut bunlar demokrasi tuzağına düşmüş mevcut rejimlerden kurtulup parlamenter demokratik sisteme geçmek ve böylece parlamentoları tanrılaştırmak istiyorlar; bırakın ezilsinler. Zalimler onlara keyiflerine göre zulmetmeye devam etsin" mi diyeceğiz? Yoksa mazlumlar için hiçbir şey yapamasak bile en azından zalimlere karşı mazlumlardan yana tavır belirlemek suretiyle zulümden ve zalimlerden beri olmayı mı tercih edeceğiz?

ABD ve İsrail Olmadan Taş Yerinden Oynamayacak mı?

Aslında dünya ABD ve onun himayesi altındaki siyonist işgal devletinin kendi iç dünyalarına çekilme merhalelerine girdiklerine şahit oluyor. Bugün dünyada özellikle ABD politikalarına karşı biraz daha cesaretli çıkışlar olmasının sebebi de budur. Fakat günümüzdeki gelişmelere izah getirebilmek için sürekli komplo teorileri üretmeye çalışanların düşünce yapılarının ana eksenini "ABD ve İsrail" oluşturuyor. Onlara göre dünyada ABD ve İsrail'in kontrolü olmadan taş yerinden oynamıyor. Bu bir tabulaştırma hastalığıdır. Artık bu hastalıktan kurtulmak ve ABD ile İsrail'i kendi boylarına indirmek gerekir. Onları tabulaştırdığımız sürece gerçek boyları küçülse bile kafalardaki boyları aynı kalacaktır. Ellerindeki medya ve yönlendirme araçları vasıtasıyla bunu başarmaya çalışıyorlar. Onlara bu fırsatı vermemeliyiz.

Sıra Suriye'ye Gelince mi ABD ve İsrail Devreye Girdi?

İlginçtir ki bazı kesimler de daha önce Arap dünyasındaki dikta rejimlerine karşı başlatılan ayaklanmaları bütün güçleriyle desteklerken, her tarafta devrim edebiyatı yaparken sıra Suriye'ye gelince hemen ağız değiştirdiler. Suriye'deki ayaklanmayı "devrim" kategorisine koymaktan kaçınmanın ötesine de geçerek "fitne" kategorisine soktu; üstelik arkasında da ABD ve İsrail'in olduğu iddialarına bayağı prim verdiler. Onlara göre daha önce olaylara müdahale edemeyen, halk ayaklanmalarının önüne geçemeyen, kendi hizmetlerindeki kukla rejimleri korumakta güçlük çeken ABD ve İsrail, sıra Suriye'ye gelince devreye girmişti. Tabii bu şekilde yüz seksen derecelik tavır değişikliğinin gerçek sebebi Suriye'deki ayaklanmanın arkasında ABD ve İsrail'in olması değil bu ülkedeki dikta rejimiyle olan menfaat bağlantılarıydı.

Baas Diktası İsrail Önünde Çin Seddi midir?

Suriye'deki dikta rejiminin devrilmesini kendi hesaplarına uygun görmeyenlerin en önemli gerekçeleri bu yönetimin siyonist işgal devletine karşı önemli bir engel oluşturduğu iddiasıydı. Onlara göre bu rejim işgal devletiyle diplomatik ilişki içine girmediği gibi Filistin direnişine ve Lübnan'daki Hizbullah'a da destek veriyordu. Dolayısıyla onun sarsılması İsrail'in önündeki en önemli engelin sarsılması anlamına geliyordu. Bu, Suriye'deki diktanın ayakta kalmasının sağlanması için kullanılan içi boş bir iddiadır. 1967 Haziran Savaşı'nda Golan Tepeleri'ni işgalci siyonistlere teslim eden kişi Suriye'deki mevcut dikta rejiminin kazıklarını çakan Hafız Esed'in bizzat kendisidir. O tarihten bu yana Golan'ı işgalden kurtarmak için bir taş dahi atmaktan çekinen bu rejim bütün tüfeklerini, toplarını ve tanklarını kendi halkına çevirerek yüzlerce insanı katletmiştir. Üstelik mevcut dikta rejimine başkaldıran halkın işgalci siyonist devletle işbirliği yapacağını, ona karşı tavır takınmayacağını, Filistin ve Lübnan direnişine destek vermeyeceğini kim iddia edebilir? Unutmamak gerekir ki Baas diktasına başkaldıran halkın Filistin davası konusundaki duyarlılığı çok daha gerçekçi ve çok daha samimi olacaktır.

Ayaklanmaların Birbirini İzlemesi Bir Komploya mı İşaret Eder?

Bazılarının ayaklanmaların birbirini izlemesinden komplo teorileri çıkarmaları tamamen yersiz ve anlamsızdır. Zaten Tunus'taki ayaklanmanın zafere ulaşmasının ardından bütün yorumcular bunun domino etkisi yapabileceği üzerinde duruyordu. Çünkü Tunus halkının zaferinin zulüm altında yaşayan diğer Arap toplumları da etkileyeceğini tahmin ediyorlardı. Daha yakın zamanda komünist zulüm rejimlerine karşı halkların başkaldırılarının domino etkisi yaptığı da biliniyor.

Komplo Teorileri Zulmün Gerekçesi Olabilir mi?

Ayaklanmalarla ilgili teorilerin, kurguların, senaryoların kendine göre bir mantığı, dayanağı olabilir. Fakat bunların hiçbiri zulmün, halkları demir yumrukla yöneten rejimlerin devamının gerekçesi olamaz. Her şeye rağmen bu rejimlere başkaldıran halklar haklıdır ve direnişlerinin desteklenmesi insanî açıdan gereklidir.

İrtibatlı Yazılar:

  • Zıddıyla Meşrulaştırma