Zulüm Barajını Yıkan İnsan Seli

Mart 2011, Ribat dergisi

Zulümle Ayakta Duran Rejimler

Emperyalizm İslâm coğrafyasından çekilirken yerine çıkarlarının gözcülüğünü yapacak yerli yönetimler bıraktı. Bu yönetimler halklarının değil dış güçlerin çıkarlarını gözetmeye öncelik verdiklerinden halklarıyla her zaman karşı karşıya gelmişlerdir. Dolayısıyla onları sindirebilmek, dayatmalarına boyun eğmeye zorlayabilmek için sürekli baskı ve şiddet uygulamalarına başvurdular. "Demokrasi" adını verdikleri yönetimler de tamamen sahte ve halka seçme hakkı değil seçme mecburiyeti getiren bir demokrasidir. Çünkü halklarına seçme hakkı ve özgürlüğü tanımaları durumunda kendilerini seçmeyeceklerini biliyorlardı. O yüzden halkları kendilerini seçmeye zorladı sonra da "seçilmiş" diye yutturdular.

Onları uzaktan kumanda eden dış güçler de bunu çok iyi bildikleri için onların dayatmacı sistemlerine sürekli destek verdiler. Çünkü baskı ve dayatmacı politikalarla yönetilen halklara siyasi özgürlükler sağlanması durumunda işbirlikçi kadroları değil bağımsız düşünen kadroları seçeceklerini biliyorlardı.

İşte bundan dolayı İslâm coğrafyasındaki işbirlikçi ve uzaktan kumanda edilen yönetimler varlıklarını baskı ve resmî terör vasıtasıyla sürdürmüşlerdir.

Emperyalizm İşbirlikçilerine Sahip Çıkamıyor

Bir yönetimin ayakta kalabilmesi için belli bir güce sahip olması gerekir. Halklarıyla bütünleşebilen, onların menfaatlerini gözeten, haklarını kendilerine veren ve güvenliklerini her türlü tehdide karşı korumak için çaba sarf eden âdil yönetimler bu gücü kendi halklarından alırlar. Bazı yönetimler halklarıyla bütünleşememekle birlikte ellerindeki silahlı güce ve yakın takip (istihbarat) mekanizmasına güvenerek dayatmacı politikalarını uygularlar. Bazıları da bu gücü dışarıdan sağlanan destek ve yardım vasıtasıyla elde ederler. Sömürgeci güçlerin İslâm coğrafyasından çekilirken geride bıraktıkları uzaktan kumandalı yönetimler söz konusu baskı ve dayatma gücünü büyük ölçüde dışarıdan sağlanan yardım ve desteklerle elde etmişlerdir. Sömürgeci güçler bu yönetimleri aynı zamanda kendilerinin dikte edecekleri politikaların ve stratejilerin dışına çıkmamaları için böyle bir yardım ve desteğe mahkûm etmişlerdir. Bu yüzden o yönetimleri bir yandan da kendi ulusal ekonomilerini dışa bağımlılıktan kurtaracak adımlar atmaktan alıkoymuşlardır.

Fakat özellikle Irak ve Afganistan işgallerinin güçlü bir direnişle karşılaşmasının getirdiği ağır yük ve arkasından yaşanan global ekonomik kriz sebebiyle çağdaş emperyalizm artık işbirlikçi rejimlerine ve yöneticilerine sahip çıkma konusunda bir zafiyet göstermeye başlamıştır.

"Liberal kapitalist" olarak tanımlanan emperyalist güçlerin işbirlikçi rejimlerine ve uzaktan kumandalı yönetimlerine sahip çıkmada zafiyet göstermesiyle geçmişte sosyalist cephenin gösterdiği zafiyet arasında bir fark yoktur. Biz bu hususu daha önce Ribat'ın Kasım 2010 sayısında yayınlanan yazımızda biraz daha ayrıntılı bir şekilde ortaya koymaya çalışmıştık.

Uyanan Halkların Direnişi

Liberal kapitalist cephenin İslâm coğrafyasındaki işbirlikçi rejimlere sahip çıkmakta zorluk çektiğini görmekte zorlananlar, son dönemde yaşanan olayların arkasında da ABD'nin ve Batı güçlerinin hatta siyonist işgal devletinin olduğunu ileri sürüyorlar. İslâm dünyasında halkların uzaktan kumandalı dikta rejimlerine karşı ayaklanmalarını, "Soros devrimleri" veya "turuncu devrimler" olarak adlandırılan ayaklanmalara benzetiyorlar. Oysa bu ayaklanmalar emperyalist sermayeden herhangi bir maddi destek almadığı gibi uzun yıllardan beri devam eden baskı uygulamalarına karşı biriken tepkinin patlaması şeklinde kendini gösteren emrivakidir. Arka plan itibariyle uzun yılların birikimidir. Bunun içinde hem diktaya karşı tepkinin, hem de kitlesel bilinçlenmenin birikimi var. Fakat özellikle Tunus'ta bu birikim ani bir patlamayla dışa yansımıştır ve emperyalist güçlerin bu patlamayı planlamaları söz konusu olmamıştır. Bilakis emperyalist güçler bu patlamaya yakalanmışlardır.

Mısır Diktası Daha Hızlı Çöktü

Tunus'taki patlamadan sonra Mısır'daki halk ayaklanmasını olayları biraz yakından izleyen herkes tahmin etmeye başladı. Dolayısıyla emperyalist güçlerin tahmin edememesi mümkün değildi. Biz de Ribat dergisinde geçen ay yayınlanan yazımızda buna dikkat çekerek yazımızın sonunda şu ifadelere yer vermiştik:

"Özellikle siyonist işgal devleti için tampon güç vazifesi gören Mısır ve Ürdün'deki dikta rejimlerinin devrilmesi korkusu sadece bu ülkelerdeki diktatörleri değil, siyonist işgalcileri, ABD emperyalizmini ve Batı'yı da ciddi şekilde telaşlandırıyor."

Bundan dolayı emperyalist güçler Mısır'da Tunus'takine benzer bir halk devrimi değil reformlara dayalı bir yumuşak geçiş gerçekleşmesini, bu arada özellikle siyonist işgal güçlerinin güvenliğiyle ilgili prosedürün korunması için düzenlemeler yapılmasını istiyordu. Fakat haberlerde dile getirildiğine göre Mısır Cumhurbaşkanı Hüsni Mübarek kendisini kumanda eden dış güçlere; "Mısır Tunus değildir. Burada aynı şeyi yapamazlar. Biz tedbirimizi aldık" diyerek garanti vermişti. Fakat onun tedbir derken kastettiği halka ümit verecek bir değişim süreci başlatmak değil sopaları ve silahları hazırlamaktı.

ABD'nin istihbarat, strateji ve planlama gücünü gözlerinde çok fazla abartanlar sürekli Mısır'daki olayları önceden tahmin edememesinin mümkün olmadığını tekrar ediyorlar. Mısır halkının Tunus'taki devrimden etkileneceğini ve dikta rejimine karşı ayaklanma başlatacağını biz de tahmin edebildik. Ama Hüsni Mübarek rejiminin bütün delikleri bile yakın takibe alan istihbarat gücüne, yüz binleri bulan gizli polisine, şiddet ve terörde sınır tanımamasına rağmen Mısır halkının korku duvarını aşarak Tahrir meydanında iki milyon kişiyi aşan bir kalabalık oluşturabileceğini tahmin edebilmiş miydi? Onlarca insanın katledilmesine, "Mübarek yanlıları" diye lanse edilen gizli polis elemanlarının arabalarla kalabalıkların arasına dalıp insanları vahşice ezmelerine rağmen o kalabalıların "Hüsni Mübarek ve rejimi devrilmeden biz bu meydanları terk etmeyiz!" diyebileceğini tahmin edebilmiş miydi?

Sonuçta Hüsni Mübarek rejimi şiddeti Bin Ali rejiminden daha fazla ve insafsızca kullanmasına rağmen ayaklanma karşısında ondan daha az dayanabildi. Çünkü Tunus'ta ayaklanmanın kıvılcımını çakan ilk olay yani Muhammed Buazzi'nin kendini yakması olayı 17 Aralık 2010 tarihinde gerçekleşti. Bin Ali'nin ülkeyi terk etme tarihi ise 14 Ocak 2011'dir. İkisinin arasında 28 gün var. Hüsni Mübarek ise 18 günde yani 10 gün daha erken tüm yetkilerini orduya devrettiğini açıklayarak çekildi.

Fakat Mısır olayları hem önceden tahmin edildiği hem de çok geniş çaplı olduğu ve sonu büyük bir merakla beklendiği için bütün dünyanın gözleri üzerindeydi. Tüm dünya medyası Mısır olaylarına yöneldi. Dakikası dakikasına gelişmeleri aktarma ihtiyacı duydular. Bundan dolayı daha çok gündem oluşturdu.

Firavun'un 18 Gün Direnebilmesinin Sebepleri

Gerçekten de Mısır'daki dikta rejimi Tunus'taki gibi değildi. Bu rejim çok daha geniş çaplı ve teşkilatlı bir polis ve istihbarat gücüne sahipti. Ama Mısır halkı da ona göre bir çıkış gerçekleştirdi. Tam anlamıyla bir insan seliyle o zulüm gücünün karşısına çıktı. Böyle bir insan selinin önünde Hüsni Mübarek rejiminin 18 gün direnebilmesi bile epey düşündürücüdür. Bunun en önemli sebebi ABD ve İsrail'in bu ülkede halk ayaklanmasının doğuracağı sürecin kontrol altına alınamamasının taşıdığı risklerden duydukları endişeler sebebiyle arka planda verdikleri talimatlardır. Bundan dolayı Hüsni Mübarek'i direnmeye, direniş önderleriyle pazarlığa ve yumuşak geçişe razı etmeye zorlamışlardır. Dolayısıyla ABD'nin resmi ağızla kamuoyuna yansıttığı tutumla perde arkasında sergilediği tutum tamamen birbirinin zıddıdır. İkinci önemli etken de tabii ki dikta rejiminin özellikle güvenlik ve istihbarat alanında görevlendirdiği yetkili şahısları aynı zamanda insanî değerlerden soyutlamasıdır. Bundan dolayı ayaklanmaya öncülük edenler onlarla karşı karşıya gelerek kan dökülmesine sebep olmak yerine meydanlarda kitlesel tepkiyi tercih etmek suretiyle zamanın uzamasını göze almışlardır.

Halkın Kararlılığının Arkasında Duran Sırlar

Tunus'ta meydanlara dökülenlerin dikta ile pazarlık etmeyip onu şartsız çekilmeye zorlama konusundaki kararlılıklarının zaferle sonuçlanmasının Mısır'daki ayaklanmaya da örnek oluşturduğunu düşünüyoruz. Bizim gördüğümüz kadarıyla ikinci önemli etken de Hüsni Mübarek'in daha önce el-Kifaye hareketi karşısında halka hile yapmasıdır. O zaman vaatlerini yerine getirmeyerek, göstermelik ve halka siyasi özgürlük açısından en ufak bir şey kazandırmayan sahte reformlarla saltanatını korudu. Yani Mısır halkını reform deliğinden bir kere ısırdı. Dolayısıyla Mısır halkı artık o deliğe parmağını ikinci kez sokmama konusunda kararlıydı. Üçüncü önemli etken de ayaklanmanın tüm muhalif güçlerin ittifakıyla oldukça intizamlı ve planlı bir şekilde yürütülmesidir. Bu intizam sayesinde ayaklanmanın bir anarşiye dönüşmesi, art niyetlilerin oluşan şartları istismar ederek yağmacılık vs. yapmaları, kişisel hakların ve menfaatlerin ayaklanmaya katılanlar tarafından zarara uğratılması engellenmiştir. Kararlılığın korunmasında manevi güç ve bilincin de önemli etkisinin olduğunu tahmin ediyoruz. Özellikle İslâmî hareketin direnişteki aktivitesinin bunda önemli payı var. Genelde ayaklanmaya katılanların büyük çoğunluğunun bu güce sahip olduğu meydanlara yansıyan manzaralardan, özellikle camilerden meydanlara doğru akan insan sellerinden, Cuma günlerinin birer hareket günü olarak değerlendirilmesinden anlaşılıyordu.

Siyonist İşgalin Telaşlanmasının Sebepleri

Olayların devamı esnasında sergilenen tutumdan ve yapılan açıklamalardan da anlaşıldığı üzere Mısır'daki halk ayaklanmasından dolayı en çok telaşlanan, endişeye kapılan siyonist işgal devleti olmuştur. İşgal devletinin yetkilileri ve siyonist medyanın kalemleri normalde bu açıklamalarının ve yorumlarının Mısır'daki işbirlikçi rejimin karşı karşıya olduğu şartlarda izlediği stratejiye zarar getirdiğini bildikleri halde duygu ve düşüncelerini açığa vurma ihtiyacı duyuyorlardı. Bunun birinci sebebi içine düştükleri endişenin doğurduğu duygularını gizlemekte zorlanmalarıydı. Asıl ve önemli sebebi ise hâkim güçleri uyararak Mısır'daki dikta rejiminin çökmemesi için bir şeyler yapmaya teşvik ihtiyacı duymalarıydı.

İşgalcilerin bu derece telaşlanmalarının başta gelen sebebi ise Mısır'daki Hüsni Mübarek rejiminin işgal devletinin güvenliği açısından üstlenmiş olduğu roldür. Siyonist işgalin batı sınırları adeta Hüsni Mübarek rejimi tarafından güvenlik altına alındığı için o bir bakıma işgal devletinin batı tamponuydu. En önemli rolü ise Gazze'ye uygulanan insanlık dışı ambargonun kapı bekçiliğini yapmasıydı. Bu ambargonun devamı Hüsni Mübarek'in sınır bekçiliğini itinayla yerine getirmesi sayesinde mümkün olabilmiştir. Ayrıca Filistinlilerin arasında yaşanan olayların takibi, iç diyaloglarının sürekli sonuçsuz kalması, onların yakın takibe alınması ve toplanan bilgilerin işgal devletine aktarılması konusunda Hüsni Mübarek rejimine bağlı mekanizmaların önemli görevler üstlendiği de bilinen bir gerçektir.

Dolayısıyla Mısır'daki halk ayaklanması siyonist işgal devletinin hesaplarına tamamen ters olduğu gibi işgal devletini himaye için bütün gücünü sarf eden ABD'nin de işine gelmeyeceğini tahmin etmek zor değildir. Amerikan emperyalizminin, Batı'nın ve siyonist işgalin bugün yapmak istediği olayların gidişatına ve sonuçlarına hâkim olmaktır. Bu amaçla muhtelif oyunlara başvuruyor.

Bizim burada sözü noktalamamız gerekiyor. Allah'ın izniyle Mısır'daki halk devriminin içinde bulunduğu durum ve karşı karşıya olduğu risklerle ilgili değerlendirmemizi de Vuslat dergisinin Mart sayısı için yazacağımız yazıda yapacağız.