Ekim 2022, Ribat
İnsanlık tarihinin farklı dönemleri ve aşamaları vardır. Bu dönemlere ve aşamalara göre de öne çıkan unsurlar farklı olmaktadır. Bunların her biri üzerinde ayrı ayrı durmamız için sözü bayağı uzatmamız gerekecektir. Ama özellikle dört süreç hakkında biraz durmak ve fikir vermek istiyoruz. Bunların birincisi inanç temelli yükselişler, ikincisi sömürgeci yükselişler, üçüncüsü ulusal ve etnik temelli yükselişler, dördüncüsü de küreselleşmedir. Bunların sırayla ve art arda geldiğini söyleyemeyiz. Zaman tüneli içinde farklı dönemlerde ve farklı şekillerde ortaya çıktıklarını görebiliriz. Ama birbirlerine benzeyen yanları vardır. Bunun yanı sıra bunları tümüyle birbirinden ayrıştırmak da mümkün değildir. Ortak yönleri bulunmakla birlikte zikrettiğimiz özelliklerden biri daha baskın görünür.
İnanç temelli yükselişlerde çoğunlukla peygamberlerin tebliğ ettiği vahye dayalı ya da vahye dayalı olduğu söylenen dinlerin etkili olduğunu görürüz. Bunların hepsinde vahiy ile gelen değerlerin ve ilkelerin aynen korunduğu söylenemez. Yerine göre küçük açılı yerine göre de büyük açılı sapmalar olmuş, ama inanç ve dinsel değerlere bağlılık belirleyici etken olmuştur.
Örnek verecek olursak eski İran saltanatlarının yükselişinde ve yayılmasında Mecusiliğin, insanların bu dine bağlılığının büyük etkisi olmuştur. Buradaki hükümdarlık Mecusiliği zaman içinde İran kökenli etnik unsurların milli dini haline getirerek onu bir üstünlük vasfı olarak değerlendirmeye çalışmıştır.
Mısır’dan çıkarılan İsrailoğulları daha sonra din temelli bir devlet kurdular. Bu devlet en güçlü saltanatına Hz. Süleyman döneminde kavuştu. Ondan sonra bölündü ve daha sonra da dış güçler tarafından gerçekleştirilen işgallerle tamamen yok oldu.
Başlangıçta Hıristiyanlığa karşı savaşan Roma İmparatorluğu daha sonra bu dini benimseyerek yükselişinin motor gücü olarak değerlendirdi. Ortaçağ’daki Haçlı Seferleri’nde Avrupa’dan İslam topraklarının üzerine ordular gönderilmesinde ve özellikle Kudüs’ün ele geçirilmesinde de din ve inancın etki gücünden yararlanıldı.
Hz. Muhammed (s.a.s.)’in kurduğu yönetim de din ve inanç temellidir. Bu yönetim de Allah’ın kelamını tüm insanlığa ulaştırma davasıyla çok hızlı bir şekilde hakimiyet alanını genişletti. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in ardından kurulan hilafet devleti ve ona bağlı ya da yakın duran devletler zaman zaman kendi içinde ciddi sorunlar ve çalkantılar yaşamasına, bir dönem Haçlı Seferleri’nden, bir dönem Moğol istilasından dolayı çok büyük yaralar almasına rağmen 13 asırdan fazla bir süre çok geniş bir alan üzerinde hüküm sürmeyi başarmıştır.
Dünyadaki hakimiyet mücadelesinde etkili olan bir diğer önemli unsur da sömürgeciliktir. Sömürgeciliğin tarihi oldukça eskidir. Ama özellikle Avrupa’daki keşifler dönemiyle birlikte sistemli bir strateji ve politika haline getirilmiştir.
Avrupa’da yükselişe geçtiği dönemde sömürgecilik eleştirilen bir şey değildi. Bu yüzden Avrupa ülkeleri daha çok ülkeyi sömürge haline getirebilmek için birbiriyle yarış halindeydiler.
Sömürgeci ülkeler, sömürgeleştirdikleri beldelerin topraklarıyla ve doğal servetleriyle birlikte insanlarını da kendi mülklerine geçirdiklerini düşünüyorlardı. O yüzden o topraklardan insanların ayaklarına pranga vurup onları Avrupa ülkelerine götürerek köle pazarlarında satabiliyorlardı. Bu şekilde köleleştirme hakkı için o insanların savaş meydanlarında esir edilmeleri gerekmiyordu. Bazılarından da kendi topraklarında kalmalarını isteyerek, çok düşük ücretlerle yani karın tokluğuna köle gibi çalışmak suretiyle o toprakların servetlerinin kendi ülkelerine taşınmasına yardımcı olmalarını sağlıyorlardı.
Sömürgecilik adından da anlaşılacağı üzere belli bir topluluğun güç ve imkanlarının başka bir topluluğun refah ve imkanlarının artırılması amacıyla kullanma politikasıdır. O yüzden sürekli zulümlerin ve haksızlıkların kaynağı olmuştur. Bu durum zamanla sömürülen toplumları, yaşadıkları gerçekleri mercek altına almaya yöneltmiş; ezilen ve sömürülen toplumlar sömürgecilere başkaldırmaya başlamışlardır. Ancak bu uyanış sürecinde, sömürgeci ülkeler kendilerine karşı büyük ve güçlü devletler ya da birlikler oluşmasını engellemek, kendilerine başkaldıran toplumları mümkün olduğunca küçük parçalara ayırabilmek için ulusal kimliği önceleyen anlayışları benimsetmeye çalışmışlardır. Bu amaçla etnik kimliği bir üstünlük ve farklılık aracı olarak değerlendiren kavmiyetçi ideolojiler geliştirdiler. Bu yüzden bu süreçte milliyetçiliğin bütün toplumlarda çok rağbet gördüğü, taraftar kazandığı gözlemlenmektedir.
Bu süreçte ulusal devletler ve ulusal kimliklere göre ayrışmalar çok önemsenmeye başladı. Artık marşından eğitimine her şeyin bir “milli” düzenlemesine ihtiyaç duyulur oldu. Böyle bir gidişat İslam coğrafyasında da farklı etnik, hatta bölgesel kimliklere göre çok sayıda devlet ortaya çıkmasına neden oldu.
Ortaya çıkan ulusal devletlerin kendi ayakları üstüne durma imkanına sahip olmaması onları yine emperyalist güçlere yakın durmaya, onlardan destek ve yanında da talimat almaya zorladı. Bu da bir tür dolayı sömürgecilik süreci başlatmış oldu.
Yirminci yüzyılın ortalarına doğru ise küreselleşme fikri öne çıkmaya başladı. Belki küreselleşmenin ideolojik temellerinin atılmasının ve altyapısının oluşturulmasının daha eskiye gittiğini söyleyebiliriz. Ama uygulama sahasına çıkarılmasında en önemli adımın Birleşmiş Milletler teşkilatının kurulmasıyla atıldığını söylemek mümkündür. Bu teşkilatın ortaya çıkmasında da İkinci Dünya Savaşı’nın büyük rolü oldu. Bu açıdan “savaşsız dünya” ideali küreselleşmenin sevimli ve kabule şayan gösterilmesi açısından işe yaradı.
Sonrasında tüm dünya devletlerini bağlayıcı birtakım küresel sistemler ve kurumlar oluşturulması yönünde önemli adımlar atıldı. İnsan hakları Evrensel Beyannamesi’nin yayınlanması, Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) gibi devletlerin ve en üst kademedeki yöneticilerin de uluslararası düzeyde yargılanmasına imkan veren bir kurumun oluşturulması küreselleşmenin hukuki zemininin ve çerçevesinin şekillenmesinde önemli rol oynamıştır.
Ancak küreselleşme stratejisinin şekil almasında insanlığın tümünü birden önemseyen bir vitrin düzenlemesi yapılmasına rağmen arka planda ipler tüm insanlığa kendi çıkar ve politikalarına göre hükmetme arzusuna sahip güçlü ellere teslim edildi. Bu yüzdendir ki BM’de bütün üye ülkelerin temsil edildiği Genel Kurul kararlarının hiçbir bağlayıcı yönünün olmamasına rağmen, sadece 15 üyesi bulunan ve bunlardan 5’i daimi diğerleri 2 yıl aralarla değişen Güvenlik Konseyi’nin kararlarının bağlayıcı olması yönünde bir düzenleme yapıldı. Üstelik 5 daimi üyenin veto hakkı olduğu için geçici üyelerin aralarında ittifak sağlayarak çıkaracakları bir kararın söz konusu daimi üyelerin tümünün onayından geçmeden uygulamaya sokulması mümkün değildi. Beş daimi üye ise dolaylı sömürgecilik sürecinde tüm dünyaya hükmetmek isteyen 5 kabadayıdan oluşuyordu. Onlar da ABD, Rusya (önceden Sovyetler Birliği), Çin, İngiltere ve Fransa’ydı.
Diğer yandan zayıf devletlerin yöneticileri savaş suçları işleme suçlamasıyla UCM’de yargılanırken ve hatta mahkum edilirken dünyaya hükmeden veya onların himaye ettiği devletlerin yöneticileri hep “dokunulmaz” konumunda oldu. Bu yüzdendir ki ABD’nin himayesindeki İsrail işgal rejiminin savaş suçlarının hiçbiri sorgulanmadı, bu rejimin yöneticilerinden hiçbiri işledikleri savaş suçlarından dolayı yargılanmadı.
Ancak küreselleşmenin etkisini göstermesi siyasi ve hukuki yapılanmalardan ziyade ekonomik alandaki üst yapılanmaların dünya ekonomisine hükmeder hale gelmesiyledir. O yüzden uluslararası politikada da küreselleşmeden daha çok bu süreçte konuşulmaya başlanmıştır.
Ekonomik alandaki küreselleşmenin iki ciheti bulunmaktadır. Birincisi dünya ekonomisini kontrollerine almak isteyen devletlerin siyasi tavırlarını aynı zamanda ekonomik alana da taşımalarına imkân veren bağımlılıkların oluşturulmasıdır. İkincisi ekonomik güçleri dünyadaki pek çok devletin gücünü aşan büyük uluslararası şirketler ortaya çıkması ve bu şirketlerin dünya piyasalarını kontrollerine almalarına imkan veren stratejiler geliştirmeleridir.
Birinci boyutu oluşturan küreselleşme, küresel güçler olarak da isimlendirilen çağdaş sömürgeci güçlerin, kendilerinin telkin ettikleri siyaset ve stratejilerin gereğini yerine getirmeyen, yan çizen devletleri hizaya sokmalarına imkan veriyordu. Bunda aynı zamanda küreselleşmenin kurumsal çerçevesini oluşturan yapılanmalardan örneğin BM’den yararlanıyorlardı.
Son yıllarda ekonomik alandaki küreselleşmede uluslararası şirketlerin etki gücünü daha da artırmaya başladığı gözlemleniyor. Fakat bu şirketlerin birçoğu aynı zamanda siyasi alandaki küresel güçlerle işbirliği içinde veya onların tahakkümündedir.
Küreselleşme bir yandan küresel güçlerin dünya üzerindeki tahakküm gücünü artırırken bir yandan da tüm devletler açısından bir bağımlılık oluşturdu. Bu bağımlılığın etkisi Çin’de ortaya çıkan koronavirüs sebebiyle ekonomik alandaki daralmanın yol açtığı krizde kendini çok belli etmişti.
Ancak en önemli etkisinin son Rusya-Ukrayna Savaşı’yla birlikte kendini gösterdiği ortadadır. Bu savaştan sonra küresel güçlerin Batı kanadını oluşturanlar Rusya’yı geri adım atmaya zorlamak amacıyla ellerindeki yaptırım güçlerini kullanmak ve ambargo uygulamak istediler. Ancak bu kez karşılarında kendileriyle bilek güreştirme imkanına sahip bir güç ve onun da elinde karşı tarafı köşeye sıkıştırmaya yarayacak kozlar vardı. En önemli kozlarının arasında da bütün dünya ekonomisini etkilemesi söz konusu olan enerji ve tahıl piyasasını etkileme gücü yer alıyordu.
Rusya’nın bu iki kozunu kullanarak, kendisini sıkıştırmak isteyen güçlerin karşısına çıkması onları bir hayli zor durumda bıraktı. Şimdi Batı soğuk kış günlerini karşılarken, Rusya’nın doğal gazı kesmesi ve enerji kaynaklarını kurutması durumunda ne gibi seçenekleri kullanabilecekleri konusunda kara kara düşünüyor.
Tabii bu sadece Avrupa ülkelerini ilgilendiren bir sorun değil. Enerji fiyatlarının yükselmesi ekonomik maliyetlerin artmasına neden olduğundan ve gelir-gider dengesi bozulduğundan piyasalarda yeni bir daralma söz konusu olacak ki bu da küçük devletlerden ziyade küresel güçleri etkileyecek.
Görüldüğü kadarıyla küreselleşme sonunda küresel güçleri de vurdu. Bakalım insanlık bu süreçten sonra nasıl bir strateji geliştirecek?