Mart 2021, Vuslat
Fil avcılarıyla ilgili hikayeyi çoğunuzun duymuş veya okumuş olduğunu tahmin ediyorum. Ancak ele alacağımız konuyla ilgisinden dolayı hatırlatma babından biz de özetle aktaralım.
Filleri ehilleştirerek değişik amaçlarla çalıştırmak isteyen fil avcıları önce onların geçtiği yerlere tuzaklar kurarak çukurlar açarlarmış. Fil o çukura düşünce siyah elbiseli bir adam gidip o fili döverek bedeninde yaralar açarmış. Ardından beyaz elbiseli bir adam gidip fille ilgilenir, yaralarını tedavi eder ve okşarmış. Sonra yine siyah elbiseli adam aynı işkenceyi yapar, ardından beyaz elbiseli adam gidip fille ilgilenir, iltifatta bulunurmuş. Böylece fil siyah elbiseli adamı düşman, beyaz elbiseliyi ise dost sayarmış. Beyaz elbiseli adam filin kendisine yeterince sıcak ilgi duyduğunu düşününce de onu kuyudan çıkarıp peşine takarmış. Fil de onu “iyi adam” olarak bilip peşine takılır, nereye giderse onunla gidermiş. Adam böylece fili ehilleştirir ve istediği işte, istediği amaç doğrultusunda çalıştırırmış.
Çağdaş emperyalizm, bu politikayı zaman zaman küresel politikalarında, özellikle de olayları derinlemesine tahlil etme ve arka planını değerlendirme imkanından yoksun kalabalıkları yönlendirmede değerlendiriyor. Bazen siyah kıyafetli adam sahneye çıkıyor ve ortalığı darmadağın ediyor. Sonra bir de bakıyorsunuz beyaz elbiseli bir adam sahneye çıkarak; “Onun dağıttıklarını ben düzene sokacağım” diye vaatte bulunarak taraftar toplamaya çalışıyor. İşin gerçeğinde ikisi de aynı gücün adamıdır ve aynı politikaya, aynı plana hizmet etmektedir. Ama taktiklerin, stratejilerin zamana ve şartlara göre değiştirilmesine; bunun gerçekleşmesi için de sahnedeki kişinin ve onun kamuoyuna lanse ettiği imajın değişmesine ihtiyaç duyulmaktadır.
ABD’de şimdiye kadar başkanlık koltuğuna oturanların çoğu aday olmaları durumunda ikinci kez seçildiklerinden Trump da kendisinin tekrar seçileceği beklentisi içindeydi. Ayrıca kendisinin ABD çıkarlarını önemseme konusunda sergilediği tavrın ve bilhassa ülkenin siyasetinde etkili olan siyonist lobinin çıkarlarına yaptığı hizmetlerin, yeniden seçilmesine imkan vereceği konusunda güçlü bir kanaate sahipti. Ancak kendi döneminde vitesi iyi ayarlayamadı. Gaza biraz fazla bastı. Dolayısıyla onun “siyah elbiseli adam” rolü için uyguladığı taktikler çabuk eskidi.
Her ne kadar başka sebepler ve etkenler söz konusu olsa da özellikle taktiklerinin çabuk eskimesi etkeni yüzünden seçimi kaybederek koltuğu, kendini biraz daha “uzlaşmacı, çözümden yana” olarak lanse eden Demokrat Parti’nin adayına teslim etmek zorunda kaldı.
Dediğimiz gibi gerçekte bunların her ikisi için de öncelikli olan ABD’nin çıkarları ve planlarıdır. Fark bu çıkarların korunması, planların uygulanması konusundaki taktik ve yöntemlerdedir.
Her ikisinin de devlet felsefeleri makyavelizm temellidir. Türkiye’de laiklik nasıl tartışılmaz bir devlet siyaseti ise ABD’de de devlet çıkarları açısından makyavelizm her ne kadar ismi öne çıkmasa da zihniyet açısından o konumdadır. Makyavelizm ise devlet çıkarının olduğu yerde hiçbir ahlâkî, hukuki ve vicdani değerin geçerli olmadığını düşünen bir devlet felsefesidir. Bu felsefeye göre devlet çıkarının olduğunun düşünüldüğü yerde, hukuki herhangi bir gerekçesi olmasa bile bir insanın öldürülmesi mümkündür. Dolayısıyla devlet yasal bir şekilde idam etmenin yolunu bulamadığında gerek görürse çete yöntemini yani terörü kullanabilir. İşte ABD’ye hükmeden felsefe budur ve bu gerçeği gerek dünya ülkelerindeki tahakkümünü güçlendirmek için izlediği politikalarında ve gerekse Amerikan derin devletinin karanlık işlerini senaryolaştıran filmlerde görmek mümkündür.
O yüzden Cumhuriyetçi Parti adayı Trump’ın kaybederek Demokrat Parti adayı Joe Biden’ın kazanıp başkanlık koltuğuna oturmasıyla ABD’nin sömürgeci yani emperyalist politikalarında bir değişiklik olacağını kimse düşünmemeli. Ama bu politikaların uygulanmasında izlenecek yöntemlerde, verilecek bazı mesajlarda birtakım değişikliklere ihtiyaç duyulacağı ortadadır. Bunlardan da özellikle İslam dünyasıyla ilgili olanlar bizi birinci derecede ilgilendirdiğinden bu konular hakkında bazı tahminlerimizi ve kanaatlerimizi dile getirmek istiyoruz.
Afganistan konusunda Trump zaten ABD’nin işgalci politikasının ve bu ülkede asker bulundurmaya devam etmesinin külfetinin ağır olduğunu, bu konuda ısrarlı davranmanın da maliyetinin yüksek olacağını gördüğü için Taliban’la masaya oturmayı kabul etmiş ve Katar’ın başkenti Doha’da bir anlaşma imzalamıştı. Dolayısıyla Biden’ın bu konuda bir değişikliğe gitmesine ihtiyaç görülmemektedir ve yeni yönetim zaten imzaladığı anlaşmaya bağlı kalacağını duyurdu. Fakat bununla birlikte tabii ki bu ülkeyle ilgili çıkar hesaplarını da tamamen gözden çıkaracak değildir. O yüzden ABD’nin bu ülkedeki çıkarlarının bekçiliğini yapacak kadronun siyasi geleceklerinin güvenceye alınması ve Afganistan’ın ABD aleyhtarı örgütsel faaliyetlerin bir merkezi olmasına fırsat verilmemesi için anlaşmaya sokulan maddelerin de tam olarak uygulanmasının takipçisi olmaya devam edecektir. Bir yandan da içerdeki tarafların kendi aralarında diyaloğu ilerletmeleri ve siyasi çözüm üretmeleri için daha etkili bir şekilde devreye girmeye çalışmaktadır. Ancak onun açısından bunun öncelikli gayesi kendi çıkarlarının bekçiliğini yapacak kadroların etkisizleştirilmelerine fırsat vermemek olacaktır. Fakat bu kez askerini değil küresel gücünü ve politik taktiklerini değerlendirmeye çalışacaktır.
Eski başkan Trump, giderayak Birleşik Arap Emirlikleri’ne (BAE) F-35 tipi savaş uçaklarının satılmasına karar vermişti. BAE bu uçakları satın alabilmek için uzun süreden beri Trump’ın kapısını çalıyordu, ama İsrail işgal rejiminin itirazlarından dolayı o kabul etmeyi erteliyordu. Tabii bu arada BAE’nin işgal rejimiyle ilişkilerini normalleştirmek için Arap dünyasındaki dikta rejimlerinin başını çekmesine ve etkin rol oynamasına rağmen siyonist işgal rejiminin yine de ABD’nin ona modern savaş uçakları satmasına itiraz etmesini bir kenara not etmekte yarar var. Fakat Trump koltuğu terk etmeden kısa bir süre önce adeta siyonist lobiye kafa çakarak BAE’ye F-35 uçaklarının satılması anlaşması yaptı. Biden ise iş başına gelmesinden hemen sonra anlaşmayı dondurdu. Bu kararıyla, BAE’ye mesafeli durduğu mesajı vermek istediği düşünüldü. Ama onun bu anlaşmayı iptal etmediğini sadece dondurduğunu belirtelim. Ayrıca ABD’nin BAE’yi gözden çıkarması da söz konusu değildir. Bu sadece bir taktiktir ve bu karar aralarındaki ilişkiyi çok fazla etkilemez.
Biden’ın koltuğa oturmasından kısa süre sonra aldığı önemli kararlardan biri de Suudi Arabistan’a Yemen’deki savaşı için silah satmama kararı alması oldu. Oysa Yemen’deki savaşta Suudi Arabistan’ın karşısında duran Husi örgütünün arkasında İran var ve Trump, İran tehdidini kullanarak Suudi Arabistan’a en az dört yüz milyar dolarlık silah satmak üzere anlaşma yapmıştı. Bir yönüyle de Suud’un veliaht prensi Muhammed bin Selman, Trump’ın uluslararası platformda desteğini elde edebilmek için ihtiyaç duymadığı silah karşılığında böyle yüklü bir parayı ABD’ye vermeyi kabul etmişti. Ama ABD’nin sattığı silahlar ona Yemen’deki gerilla gücüne karşı yürüttüğü savaşı kazanma imkanı bile vermemişti. Biden ise başa geçmesinden hemen sonra bu ülkeye Yemen’deki savaşı için silah satmama kararı aldı.
Bu karar aslında ABD yönetiminin Yemen’de bir taktik değişikliğine ihtiyaç duymasından kaynaklanmaktadır. Çünkü Yemen’deki savaş artık bir çıkmaz sokağa girmiştir ve burada dengelerin oluşturulmasına, yeni bir strateji izlenmesine ihtiyaç duyulmaktadır.
ABD’nin Yemen’le ilgili strateji değişikliğinin bir yansıması da Biden’ın iş başına gelmesinden kısa bir süre sonra Husi örgütünü terör listesinden çıkarma kararı alması oldu. Bu örgütün terör listesine dahil edilmesi Trump’ın başkanlık süresinin dolmasından çok kısa bir süre önce aldığı kararla gerçekleşmişti. Onun böyle bir karar alması Yemen meselesinin çözümü konusundaki çabalara bir katkı sağlamadığı gibi Biden’ın onu terör listesinden çıkarması da onun şiddet yanlısı tutumunu ve politikasını değiştirmesinden kaynaklanmıyor. Ama görüldüğü kadarıyla ABD artık Yemen’de bir pazarlığın önünü açmak için zemini hazırlama niyetinde. Fakat burada, Irak’ta yaptığı gibi bütün diğer güçlerin etkisini zayıflatarak sahayı tamamen İran’a terk etme yoluna gideceğini sanmıyoruz. O yüzden Yemen’le ilgili pazarlıklarında Suud cephesine de ihtiyaç duyacak ve kendi çıkarları daha çok bu cephenin çıkarlarıyla örtüşecektir. Ama şimdilik her iki tarafa da mavi boncuk dağıtma ihtiyacı duyduğu anlaşılıyor.
İran’la eski ABD Başkanı Barack Obama döneminde BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesine ek olarak Almanya’nın katıldığı ve P5+1 adı verilen ülkelerle nükleer teknolojinin denetlenmesi konusunda bir anlaşma imzalanmıştı. Anlaşma gereğince ABD de İran’a ambargoyu aşamalı olarak kaldıracaktı. Ancak Trump, Mayıs 2018’de anlaşmadan çekildiğini bildirerek yeniden İran’a ambargo uygulama kararı aldı.
Biden’ın iş başına gelmesinden sonra gündeme gelen konulardan biri de İran’la anlaşmaya geri dönülmesi ve ambargonun kaldırılması konusunda yeni bir süreç başlatılması. Ancak İran bu konuda eski anlaşmanın aynen geçerli olmasını isterken Biden, yeniden masaya oturulmasını ve İran’ın yeni birtakım taahhütlerde bulunmasını istiyor. İran bu konuda her ne kadar kararlı bir tavır sergileyeceği mesajları veriyorsa da Biden’ın da yeni tavizler koparma siyasetinden vazgeçmeye niyetli olmadığı anlaşılıyor. İran ekonomisi açısından ambargonun kaldırılması büyük önem taşıdığından ABD’nin talebini kabul ederek yeniden masaya oturup yeni birtakım taahhütlerde bulunması hiç de ihtimal dışında görünmüyor.
Filistin Yönetimi’nin başkanı Mahmud Abbas, Biden’ın seçilmesine hayli sevindiğini, onun seçilmesinin kesinleşmesinin hemen ardından attığı adımlarla belli etmeye çalıştı. Normalleşme anlaşmaları imzalamalarından dolayı bazı Körfez ülkeleriyle ilişkileri dondurma kararından vazgeçerek onlarla yeniden normal ilişkiler içine girme kararı aldı. İsrail işgal rejimiyle imzalamış olduğu anlaşmaları askıya alma kararından da vazgeçtiğini duyurdu.
Ancak kendisini “yahudi olmayan siyonist” diye tanımlayan Biden’ın siyonist işgal rejiminin çıkarlarına zarar verecek bir politika izlemesi beklenen bir şey değildir. Bunu da zaten Biden’ın Dış İşleri Bakanlığı görevine getirdiği Antony Blinken daha bakanlık koltuğuna oturmadan yaptığı açıklamada izhar etti ve İsrail işgal rejimi yararına Trump döneminde atılmış adımlardan geri dönülmeyeceğini, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımaya devam edeceklerini ve büyükelçiliklerini buradan taşımayacaklarını söyledi.
Biden’ın gelmesiyle belki Trump döneminde hazırlanmış Yüzyılın Anlaşması dosyasının kapatılması söz konusu olabilir ki bu zaten hiçbir çözüm formülü içermeyen bir dayatmadan ibaretti. Ama buna karşılık Biden’ın da kendi stratejisi doğrultusunda yeni bir plan hazırlaması söz konusu olabilir.
Filistin davasıyla ilgili gerçek çözüme ise ABD’nin sergileyeceği tutumla değil Filistin’deki tüm direniş gruplarının ortak bir mücadele stratejisi geliştirmesiyle ulaşılması ancak mümkün olabilir.