Batının Filistin ve Ukrayna Karşısındaki İkiyüzlülüğü

Mayıs 2022, Vuslat

Küresel emperyalizmin başını çeken Batı, özellikle modern çağda kendi yaptığı düzenlemelerin küresel çapta onay görmesi ve kabul edilmesi için büyük çaba harcadı. Örneğin insan hakları konusunda yayınladığı beyannameyi “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” olarak isimlendirdi. Oysa insan hakları konusunda Batının bir ilkeler düzenlemesi yapmasından çok önce İslam insan hakları üzerinde durmuş ve bu konuyla ilgili temel ilkeleri insanlara sunmuştur ve İslam’ın çağrısı da evrensel yani tüm insanlığa yöneliktir.

Batı bunun gibi kendisinin öncülüğünde oluşturulan modern çağa ait birtakım özel gün ve geleneklerin de dünya çapında kabul gördüğünü ima etmek amacıyla başına bir “dünya” veya “evrensel” ya da “uluslararası” tabirini eklemeyi ihmal etmemiştir. Örneğin “Dünya Çocuk Günü”, “Dünya Avukatlar Günü” ve daha birçok gün. Aklınıza gelebilecek tüm mesleklerle veya toplum kesimleriyle hatta hayvanlarla ve bitkilerle ilgili böyle isminin başına “dünya” kelimesinin getirildiği ya da “uluslararası” çapta onaylandığını ima eden bir tabirin eklendiği bir gün mutlaka belirlenmiştir. Bu tür isimlendirmelerle Batı kendisinin belirlediği gün ve değerlerin tüm dünyaya mal edilmesine öncülük etmeye çalışmış ve bir realite olarak itiraf etmeliyiz ki bunda başaralı da olmuştur.

Kurduğu kurumların tüm dünya tarafından onaylanan ve çatı kuruluşlar olarak benimsenen kurumlar olduğunu hissettirmek amacıyla da bu isimlendirme taktiğini kullanır. Örneğin tüm dünyada düzen ve istikrarı hakim kılma amacına yönelik olduğu iddiasıyla kurulan kuruluşa önce Milletler Cemiyeti adı verilmiş sonra bu kapatılarak yerine Birleşmiş Milletler adı verilen bir teşkilat oluşturulmuştur. Doğrudan yönetimlerin hukuka aykırı uygulamalarını araştırmak ve yargılamak amacına yönelik olduğu iddia edilen üst mahkemeye Uluslararası Ceza Mahkemesi adı verilmiştir. Gerçekte faiz prangasını kullanarak fakir ve zayıf ülkeleri küresel emperyalizme köle yapmayı amaçlayan, görünüşte ise bu tür ülkelerin zor zamanlarında onların imdadına koşuyormuş havası içinde olan kuruluşun adı Uluslararası Para Fonu’dur. Bununla aşağı yukarı aynı paralelde çalışan ve aynı amaçlara hizmet eden bankanın adı Dünya Bankası’dır. Mesleklerle ve iş alanlarıyla ilgili de buna benzer kuruluşlar oluşturulmuş ve bunların dünya çapında çatı kuruluşlar olarak kabul edilmesi için zemin ve altyapıyı oluşturmuştur.

Bu arada tüm insanlığı ilgilendiren hukuki veya ahlaki düzenlemeler konusunda da kendi değerlerinin geçerli olmasına çalışmıştır. Örneğin “uluslararası hukuk” adında bir alan vardır. Aslında devletler arasındaki ilişkilerin hukuki birtakım temellere dayanması ve haksızlıkların önlenmesi açısından böyle bir düzenleme alanının olması insanlığın yararınadır. Ama bu düzenlemenin hakim güçlerin dayattığı kurallar çerçevesinde değil hukukun temel mantığına ve prensiplerine dayanan kurallarla şekillendirilmesi gerekir. Ama Batı, bu alanda da kendi değerlerinin üstün çıkması ve dayattığı düzenlemelerin kabul görmesi için elinden geleni yapmıştır.

Doktorların mesleklerini icra ederken uymaları gereken ahlâk prensiplerinin de kendi değerlerine göre şekil almasını sağlamak için tüm dünyada bu meslekten olanlara bir Hipokrat Yemini okutma uygulamasını yaygın hale getirmeyi başarmıştır.

Aynı şey isimlendirmelerde ve tanımlamalarda da karşımıza çıkar. Kendisinin oluşturduğu mekanizmayı “uluslararası toplum” olarak tanımlayıp, onu tüm insanlık üzerinde yetki sahibi bir üst mekanizma gibi lanse etmeye çalıştı. İyinin ve kötünün tayininde kendi değerlerinin, belirlediği isimlerin ve tanımların esas alınması konusunda oldukça gayretlidir. Örneğin demokrasinin devlet yönetim biçimleri açısından sadece iyinin tanımlanması için kullanılmasını ister. Ama içeriğinin de kendi değerlerine göre şekil alması için uğraşır. “Terör” artık tüm dünya çapında karalamanın aracıdır. Ama neyin terör neyin meşru müdafaa olduğunu belirleme konusunda da yetkinin tamamen kendi elinde olmasını ister.

Batı her alanda kendi değerlerini, kuruluşuna öncülük ettiği kurumları, belirlediği günleri, gelenekleri, düzenlemeleri ve tanımlamaları küreselleştirme çabası sergilerken görünüşte tüm insanlığa aynı pencereden baktığı, bütün herkese eşit mesafede durduğu ve sunduğu hakların tüm insanlığın ortak hakları olduğuna inandığı mesajı vermeye çalışmıştır. Hâlen de bu kanaati oluşturmak için elindeki tüm etkileme ve yönlendirme araçlarını kullanmaktadır.

Oysa uygulamaya baktığımızda gerçeğin hiç de öyle olmadığını görürüz. Batı insanlığa karşı her zaman çifte standartçı yani iki yüzlü olmuştur. Tüm insanlığın ortak hakları olarak sunduklarını sadece kendi toplumları ve desteklediği güçler açısından önemser. Diğerlerinin bu konudaki haklarını hiç nazarı dikkate almaz. İyi ve kötü ayrıştırmasında, belirlenen kavram ve terimlerin içeriğine göre değil “bizden olan” ve “başkası” sınıflandırmasına göre tavır sergiler. “Bizden olan” sınıfına soktukları onun nazarında hep haklıdır. Çoğu zaman hukukun mantığına ve ilkelerine göre haksız olduğu zaman da onları haklı çıkarmıştır. Ama “başkası”nın haklı olduğunu ispat edebilmesi için kırk dereden su getirmesini ister. Bunu başarsa bile yine bir kulp takmaya ve onu haklı da olsa “kusurlu” göstermeye özen gösterir.

Bu konuda pek çok örnek verilebilir. Ama özellikle Rusya’nın 24 Şubat 2022’de başlayan Ukrayna işgali karşısında sergilenen tutum ile 105 yıldır işgal altında olan Filistin karşısında sergilenen tutum çok açık bir örnektir. Bu iki işgal karşısında sergilenen birbirine tamamen zıt iki tavır hakkında vereceğimiz bilgilerin Batının sözünü ettiğimiz “küresel” bakış açısında ve tanımlarında ne derece samimiyetsiz ve çifte standartçı olduğunu ifşa etmeye yetecek kadar belirgin ve net olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

1917’de İngilizler Filistin’i işgal ederken, Balfour Deklarasyonu olarak tarihe geçen açıklama ile burayı aslında kendi çıkar ve hesapları için değil yahudi toplumunu bir yere toplamak için işgal ettiklerini ilan etmişlerdi. Muhtemelen bu deklarasyonu yayınlarken kimsenin kendilerine, “Kimin malını kime vadediyorsun?” diye soru sorma cesareti göstereceğini de düşünmüyorlardı. Çünkü kendilerini dünyanın hakim gücü olarak gördükleri için onların nazarında bütün dünya İngiliz emperyalizmine aitti ve onların hukuk anlayışlarına göre İngiliz emperyalizminin bir toprak parçasını birinden alıp başkasına verme yetkisi vardı.

İngilizlerin Filistin işgali 1918’de tamamlandı ve aradan 4 yıl geçtikten sonra 1922’de o zamanın meşrulaştırma kurumu olarak kabul edilen ve bugünkü Birleşmiş Milletler teşkilatının eski şekli diyebileceğimiz Milletler Cemiyeti, Filistin’in İngilizlerin vesayetine verilmesine dair karar çıkardı. Peki, bu Milletler Cemiyeti hangi milletlerin cemiyetiydi acaba? Batı emperyalizmine göre tüm dünya milletlerinin. Gerçekte ise sadece dünyaya hükmetmek isteyen emperyalist milletlerin. Ama kendisini tüm dünya milletlerinin hakları ve varlıkları üzerinde yetki sahibi görüyor, çıkardığı kararların da küresel çapta geçerli olduğu ön yargısını dayatmaya çalışıyordu. Bu durum karşısında onun bakış açısına göre, İngilizlerin vesayetine karşı çıkarak vatanlarını savunan Filistinlilerin fiili mücadelesi, Milletler Cemiyeti’nin kararına ters düştüğü için “terör”, İngilizlerin onlara karşı uyguladığı şiddet ise “güven ve istikrarın sağlanması için güç kullanımı” olarak tanımlanıyordu. Çünkü artık Milletler Cemiyeti burayı İngilizlerin vesayetine vermişti, hak ve yetki sahibi olan İngilizlerdi. O toprakların asıl sahiplerinin de otoriteye boyun eğmeleri, onun kararlarını “yasal” düzenlemeler olarak tanımaları gerekiyordu.

Artık İngiliz işgalcinin Filistinlilere istediği kadar vergi yükleme hakkı vardı! Filistinliler konulan ağır vergileri ödeyemediği zaman da İngiliz işgalciler onların topraklarına el koyabiliyor siyonist örgütlere veya onların getirttiği yahudi göçmenlere sembolik fiyatlarla satabiliyordu. Üstelik uluslararası siyonizmin yönlendirdiği medya da Filistinlilerin kendi topraklarını sattıkları, yahudilerin de parasını verip bu arazileri aldıkları dolayısıyla Filistinlilerin bir şey iddia etme haklarının olmadığı yalanını özellikle İslam âlemine yayabiliyordu. Ne yazık ki Müslüman toplumlar da Filistin halkına atılan bu çirkin iftirayı yaygın olarak dillendirebiliyor ve Filistin halkını mahkum edebiliyordu. Sonuçta toprakları işgal edilen Filistin halkı suçlu, işgalci İngiliz “meşru” sayılabiliyordu. Perdenin arkasında oynanan oyunu gözlerden uzak tutarak dünya kamuoyunu yönlendiren mekanizma tarafından da toprakları gasp edilen Filistinliler “topraklarını kendi elleriyle satan hain”, İngiliz oyunlarıyla buralara el koyan yahudi göçmenler ise “parayı bastırıp toprağı aldıkları için oranın mülkiyetini yasal yollardan elde etmiş mülk sahibi” olarak gösterilebiliyordu. Üstelik bu tür iddialardan ve oluşturulan ön yargılardan yola çıkılarak Filistinlilerin “elleriyle sattıkları arazileri geri isteme yüzsüzlüğü (!) gösteren ve istediklerini yasal yollarla elde edemedikleri için teröre (!) başvuran aşırılar” olarak lanse edilmesi için hiçbir engel kalmamış oluyordu.

1947’ye gelindiğinde artık İngilizlerin daha fazla Filistin’de kalmasına gerek kalmadığı, yahudilerin devletlerini kurması için sahanın onlara bırakılması gerektiği düşünüldü. Bu kez “meşrulaştırma” mekanizması olarak, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulmuş olan Birleşmiş Milletler teşkilatı devreye girdi ve 1947’de Filistin’i yahudiler ile Araplar arasında paylaştıran 181 sayılı Genel Kurul kararını çıkardı. “Bu topraklar sana babandan miras mı kaldı kimin malını kime paylaştırıyorsun?” diye bir soru sorulacağını beklemiyordu çünkü. Kendisini uluslararası alanda hüküm vermeye yetkili gördüğü için adalet ve hukukun temel ilkelerine riayet etme gereği duymaksızın istediği toprakları istediği kişilere, ülkelere ve toplumlara verme hakkına sahip olduğunu düşünüyordu.

BM’nin bu paylaştırma kararının üzerinden altı ay geçmeden siyonist terör örgütleri bir araya gelerek 14 Mayıs 1948 tarihinde İsrail adında bir devletin kuruluşunu ilan ettiler. Oysa siyonist terör örgütlerinin burada böyle bir devletin kuruluşunu ilan etmeleri, Donestk ve Luhansk’ın Ukrayna’dan bağımsızlığını ilan etmeleriyle kıyas kabul etmeyecek kadar saçma ve hukuk dışıydı. Çünkü her ne kadar arka planda Rusya olsa da, Donestk ve Luhansk’ta o toprakların halkını temsil ettiği iddiasındaki birtakım siyasi örgütler bağımsızlık ilan ediyordu. Ama Filistin’de İsrail diye bir devletin kuruluşunu ilan edenler, o toprakların insanı değil işgalciydiler. O topraklarda herhangi bir otorite kurma hakkına sahip değillerdi. Buna ek olarak böyle bir devletin kuruluşunu ilan edenler İngiliz işgali tarafından bile resmen “terör örgütü” olarak ilan edilmiş siyonist milis güçlerini yöneten örgütlerdi. İngiliz işgalci orada hakimiyetini sürdürürken bu örgütlerin faaliyetlerini kontrol altına alabilmek için “terör örgütü” tanımlaması yapmış, ama çekilirken onların kendi devletlerini kurmalarının yolunu açabilmek için bu tanımlamayı kaldırmıştı.

Ne var ki Donestk ve Luhansk’ın bağımsızlık ilanını kesinlikle tanımamaları için tüm dünya ülkelerine ültimatom veren ABD siyonist terör örgütlerinin Filistinlilerin toprakları üzerinde ilan ettikleri işgal devletini hemen tanımış, BM teşkilatı da onu üyeleri arasına dahil etmişti. Böylece gayri meşru siyonist işgal çok hızlı bir şekilde “meşru devlet” kategorisine sokuldu. “Meşru devlet” sayılmasından sonra, onun hakimiyetine karşı verilecek fiili mücadelenin de “terör” olarak tanımlanması mümkün olabilecekti. Üstelik Batının ve küresel emperyalizmin gözünde İsrail, Ortadoğu olarak isimlendirilen bölgenin tek “demokratik” ülkesi olarak özel bir konuma da yerleştirilecekti. Tabii, onun yahudi ırkını tüm dünya halklarından üstün saydığı ve Arapları toptan düşman ilan ettiği için ırkçı olarak kabul edilen siyonizm ideolojisini resmi ideoloji olarak kabul etmiş olması bu konuda bir problem oluşturmuyordu. Çünkü Batı kendi elleriyle kurdurduğu İsrail’i “bizden biri”, Filistinlileri ise “başkası” olarak görüyordu.

İsrail’in resmen tanınmasından sonra onun “uluslararası toplum”da kendini ifade etme, savunma, uluslararası hukukun sunduğu imkanlardan yararlanma, tüm uluslararası etkinliklerde fiilen yer alma, temsil edilme vs. gibi bütün hakları vardı. Ama Filistinlilerin böyle bir hakları yoktu çünkü onların devletleri yoktu. Hatta Uluslararası Ceza Mahkemesi bile Filistinlilerin davalarına bakamayacaktı, çünkü herhangi bir devlet adına başvuruda bulunma imkanından yoksun idiler.

Filistin’de, 1917-47 arası İngiliz işgali onların çekilmesinden sonrası da siyonist işgal olmak üzere 105 yıldan beri devam eden işgali hiçbir zaman “işgal” olarak tanımlamayan Batı ve onun yönlendirdiği sözde uluslararası toplum, Ukrayna’da Rusya’nın başlattığı işgale karşı hızlı bir şekilde tavır aldı. Biz elbette Rusya’nın işgalini meşru görmez ve reddederiz. Ama Batı’nın sergilediği ikiyüzlülüğü ifşa etme hakkımızın da olması gerektiğine inanırız.

Rusya’nın işgali karşısında silahlarını harekete geçiren Ukrayna’nın kuvvete başvurmasını onurlu bir direniş olarak lanse etti ve hatta kendisi, fiili olarak savaşın içinde yer alma cesareti gösteremese de silahlarıyla bu direnişi destekledi. Ama aynı tavrı Filistin direnişi karşısında göstermedi. Oysa Filistin halkının gerek İngiliz işgaline ve gerekse siyonist işgale karşı verdiği mücadele meşru ve haklı bir direniştir. Ama Batı emperyalizmi Filistin halkının bu haklı ve meşru direnişini sürekli terör olarak tanımladığı için gerek İngiliz gerekse siyonist işgalcilerin bu direnişi bastırmak amacıyla başvurduğu şiddet uygulamalarını otoritenin güvenliği sağlama faaliyeti olarak lanse etmeye çalıştı. Sadece ara sıra, şiddette aşırı gidilmesi karşısında ayıp olmasın diye, “orantısız güç kullanımı” tanımlamasından yola çıkarak bazı sözlü eleştirilerde bulundu. Ama bu konudaki tavrını hiçbir zaman pratiğe taşımadı ve işgalci siyonist rejimi, savaş suçlarından ve insan hakları ihlallerinden dolayı hesaba çekmeye yanaşmadı.

Ukrayna’da Rusya’yı hemen cezalandırarak uluslararası boyutta boykot uygulanmasına öncülük ederken, sivil toplum kuruluşlarının İsrail işgal rejimine karşı yürüttüğü boykot faaliyetlerine tepki gösterdi, bazen bu tür boykot çalışmalarına öncülük edenleri mahkeme önüne çıkararak hesaba çekti.

Filistin halkının haklı ve meşru mücadelesine destek verenleri, yahudi düşmanlığı anlamında kullanılan antisemitizm ile suçlayarak kendisinin geçmişte kullanmış olduğu kirli çamaşırlarını Filistin halkının haklı davasına arka çıkanlara giydirme arsızlığını bile gösterebildi.

Evet, Batı’nın ve onun yön verdiği sözde “uluslararası toplum”un gerçeği bu. Ama ne yazık ki bu gerçeğin bizim yaşadığımız coğrafyanın tamamen dışında kaldığını da söyleyemiyoruz. Bugün Müslüman toplumlara hükmeden yönetimlerin de her yerde onların davullarını çaldıkları, adeta hiç üzerinde düşünmeden kendilerine gelen sesi yankılandıran kayalar gibi Batı emperyalizminin söylediklerini tekrar ediyorlar. Onların bu tutumu da Batı emperyalizminin işini kolaylaştırıyor ve bu sayede Batı kendi değerlerini ve tanımlarını tüm insanlığın üzerinde anlaştığı “uluslararası” değerler ve tanımlar olarak lanse etmede başarılı olabiliyor.

Öyle ki “İslami” kimlikli olarak piyasaya çıkan birtakım medya organlarının bile, diplomatik tavırlara ters düşebileceği korkusuyla zaman zaman “İsrail” isminin yanına “işgal rejimi” sıfatının eklenmesini yadırgadıklarına şahit olabiliyoruz.