Filistin’de Yahudi Yerleşimi

Şubat 2021, Ribat

Son zamanlarda Batı Yaka’daki yahudi yerleşim merkezleri, bu bölgede yahudiler tarafından kullanılan arazilerin “İsrail”e ilhak edilmesi planı, ABD’nin artık “eski” olan başkanı Donald Trump’ın bu bölgedeki yahudi yerleşim merkezlerini “meşru” kabul ederek işgal rejiminin buraları ilhak planının önünü açmaya çalışması, Birleşmiş Milletler’in ve Avrupa Birliği’nin ABD’nin bu tutumuna itiraz etmesi ve yaşanan tartışmalar, diğer taraftan Arap dünyasındaki ihanetçi yönetimlerin işgal rejimiyle ilişkilerini normalleştirmelerini haklı çıkarmak için kendilerinin İsrail’le anlaşma yapmalarına karşılık işgal rejiminin Batı Yaka’daki yahudi yerleşim merkezlerinin bulunduğu bölgeleri ilhak planını durdurduğunu ileri sürmeleri, onlar bu safsataların arkasına sığınırken İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun Trump’ın son dönemlerini bir fırsat olarak değerlendirmek amacıyla 2021’in başlarında Kudüs ve Batı Yaka bölgesindeki yahudi yerleşim merkezlerinin genişletilmesine dair yeni bazı projeleri onaylaması vs. ile ilgili gelişmeleri basın yayın organlarından takip ettiğinizi tahmin ediyorum.

Bütün bu konularla ilgili tartışmaları iyi anlayabilmek için bunların tarihi arka planı, diplomatik boyutu, güncel durumu ve Filistin davasıyla ilgili ilkesel tavırlar hakkında bilgi sahibi olunması yararlı olacaktır. Bunları bildiğimiz taktirde bu konularla ilgili haberlerde ve resmi açıklamalarda söylenmek istenenlerin ne olduğunu anlamamız daha kolay olacaktır.

En başta şunu belirtelim ki Filistin toprakları üzerinde “İsrail” olarak tanımlanan otorite bir devlet kimliği taşımakla birlikte gerçekte bir işgaldir. Aslında hukuki açıdan meşruiyeti olmaması gereken bir otoritedir. Ancak BM kararlarında buna bir meşruiyet tanınmış ve Filistin topraklarının bir bölümü “İsrail” olarak tanımlanmıştır. Dolayısıyla Siyonist işgalcilerin, BM kararlarında “İsrail” olarak tanımlanan topraklar üzerindeki hakimiyeti meşru, Filistin olarak tanımlanan topraklar üzerindeki hakimiyeti ise gayri meşru yani işgal olarak görülüyor. Fakat şunu da belirtelim ki BM’nin İsrail olarak tanımladığı bölgede yer alan özel mülklerin yüzde doksana yakın bir kısmının maliki yine Filistinlilerdir. Ama onlar yurtlarına sokulmadığından ve başka ülkelerde mülteci hayatı sürdürdüklerinden mülkleri tamamen hukuka aykırı bir şekilde yahudi göçmenlere verilmiştir. Son dönemde tartışılan konu ise bu değil siyonistlerin işgalci sayıldıkları bölgelerle ilgili stratejileridir. Şimdi bunun tarihi sürecine, diplomatik ve hukuki boyutuna bakalım.

Normalde yahudilerin de bir devletlerinin olması idealiyle başlatılan ideolojik siyonizmin ortaya çıkması öncesinde de Filistin’de az sayıda yahudi vardı ve bunlar buradan gerçekten mülk edinmişlerdi. Çünkü Osmanlı devleti buna imkan tanıyordu ve zaten kendilerinin de ilerisi için tehdit oluşturan çalışmaları yoktu.

İdeolojik siyonizmin ortaya çıkması sonrasında bu hareketin başını çekenlerin Filistin topraklarında mülk edinme çalışmaları yüreterek yahudilerin de bir devlet kurmaları için zemin oluşturmayı amaçladıklarının anlaşılması üzerine o zamkanki Osmanlı Sultanı II. Abdülhamid onların Filistin’den mülk edinmelerini ve oraya yerleşmelerini yasakladı. Bu yasak onun tahttan indirilmesinden sonra da hükmen devam etti ama yeni yönetim yasağı uygulamada yeterince duyarlılık göstermedi. Buna karşılık Filistin içindeki ilim adamları siyonist hareketin amacını bildikleri için İslam’ın kutsal beldesinden onlara toprak satmanın caiz olmadığına, hatta küfür sayılabileceğine dair fetva yayınladılar. Bu fetva etkili oldu ve Filistinliler aslında yahudilere toprak satmadılar. Ama o zaman Filistin’de ikamet etmedikleri halde burada mülkleri olanlar vardı ve bunlardan satan oldu ki onların da büyük çoğunluğu kayıtlara geçmiştir. Bir kimsenin hem yahudilere toprak satıp hem de Filistin’de yaşaması imkansızdı. Çünkü hem toplumsal olarak dışlanıyor hem de cezalandırılıyordu. Dolayısıyla İttihat ve Terakki’nin duyarsızlığına rağmen Osmanlı döneminde Filistin’e yerleşebilen yahudi sayısı çok az olmuştur. Öyle ki İngilizlerin 1917’de burayı işgal etmeye başladıkları sırada geçmiş dönemde yerleşenlerle ve doğal nüfus artışıyla birlikte toplam yahudi nüfusu 30 bin civarındaydı.

İngiliz işgalinin amacı yahudilerin buraya göç etmelerinin ve siyonist hareketin idealinin önünü açmaktı. O yüzden Filistinlilere ağır arazi vergileri uyguladı, veremeyenlerin arazilerine el koydu ve sembolik fiyatlarla yahudilere sattı. Ama İngilizlerin bütün teşviklerine rağmen 1933’te Avrupa’da Nazi fırtınasının esmesine kadar Filistin’de oluşan yahudi nüfus 180 bine ancak ulaşabilmişti. Nazi fırtınası yahudileri akın akın bu topraklara göç etmeye yöneltti ve 1945’e gelindiğinde sayıları 800 bine çıktı. Ama bu onların Filistin’de mülk edinmeleri anlamına gelmiyordu.

1948’de İsrail devletinin kuruluşu ilan edildiğinde yahudilerin mülkiyetine geçen arazi miktarı tüm Filistin topraklarının sadece %9’una tekabül ediyordu. İsrail’in kuruluşuyla ilan edilen savaşta gerçekleştirilen katliamlar ve tehcir bir milyon civarında Filistinlinin evlerini ve arazilerini geride bırakarak göç etmesine neden oldu.

Normalde tehcir edilenlerin özel mülkleri uluslararası hukuka göre gene onlarındı. Ama kurulan işgal devleti onların arazilerine ve evlerine el koymak amacıyla “Sahipsiz Mülkler Yasası” diye bir yasa çıkardı. Bu yasaya göre işgal devleti söz konusu mülklerle ilgili ilanlar yayınlıyor ve sahiplerinin başvuruda bulunmasını istiyordu. Diğer taraftan buraların tehcir edilmiş sahiplerinin “İsrail” olarak tanımlanan bölgeye girmeleri yasaktı. Dolayısıyla o arazilerin sahiplerinin haklarını aramak için başvuruda bulunma imkânı yoktu. İşte işgal devleti onların özel mülklerini bu şekilde istimlak etti ki bu uygulama da uluslararası hukuka tamamen aykırıydı. Başlangıçta bu mülkler devlet mülkü sayılıyor ve yahudi göçmenlere sadece kullanım imkanı veriliyordu. Ancak 2009’un Ağustos ayının başında Netanyahu’nun çıkardığı bir yasayla bu mülklerin şahıslara satılmasına da izin verildi.

Bu itibarla Filistin’in BM kararlarında “İsrail” olarak tanımlanan kısmındaki mülklerin yüzde doksana yakın bir kısmının da sahibi hukuki açıdan Filistinlilerdir.

BM, İsrail’in kuruluşunun ilan edilmesinden önce 29 Kasım 1947 tarihinde çıkarmış olduğu 181 sayılı Genel Kurul kararıyla o zaman henüz İngiliz sömürgesi olan Filistin topraklarının yahudilerle Filistinliler arasında paylaştırılmasını tavsiye etti. Yahudilere tahsis edilen kısım tüm Filistin’in yaklaşık %57’sini, Filistinlilere tahsis edilen kısım ise %43’ünü oluşturuyordu. Bu karar meşru bir temele dayanmamasının ve Genel Kurul kararı olduğu için bağlayıcı nitelik taşımamasının yanı sıra, sadece otorite sınırlarını belirler. Özel mülklere el konulması hakkı vermez. Uluslararası hukuka göre BM’nin veya herhangi bir devlet yönetiminin ya da kurumun zorunlu bir gerekçe olmaksızın özel mülke el koyması tamamen hukuksuz ve geçersizdir. Zorunlu bir sebebe binaen istimlak edilmesi durumunda da karşılığının eşdeğer bir mülk veya menkul kıymet olarak verilmesi gerekir. İşgal rejimi ise Filistinlilerin mülklerine tamamen hukuksuz bir şekilde el koymuştur.

BM’nin sözünü ettiğimiz 181 sayılı kararında yahudilere tahsis edilen bölgede İsrail’in kuruluşu ilan edilirken Filistinlilere tahsis edilen bölgenin doğu kısmı Ürdün’ün batı kısmı ise Mısır’ın kontrolüne geçti. Bu arada 14 Mayıs 1948’de İsrail’in kuruluşunun ilan edilmesiyle birlikte patlak veren savaşta Arap ülkelerin gerekli savunma yapmamaları, Filistinli gerilla güçlerinin mücadelelerine de engel olmaları sebebiyle siyonistler hakimiyet alanlarını genişleterek tüm Filistin’in %70’ine tekabül edecek miktarı ele geçirdiler.

Sonrasında İsrail’i resmen tanıyan devletler ve uluslararası kuruluşlar, 1948 Savaşı sonrası ortaya çıkan fiili durumu İsrail’in hakimiyet alanı olarak kabul ettiler.

Sözünü ettiğimiz kararda Filistin olarak tanımlanan toprakların batı kesiminde kalan Gazze Mısır’ın, Batı Şeria olarak da isimlendirilen Batı Yaka ve sonradan işgalcilerin “Doğu Kudüs” ismini verdikleri tarihi Kudüs bölgesi ise Ürdün’ün kontrolüne geçti.

İşgal rejimi Haziran 1967’de çıkardığı savaşta bu saydığımız Filistin bölgeleriyle birlikte Mısır’ın Sina Yarımadası’nı ve Suriye’nin Golan Tepeleri’ni işgal etti. Bunun üzerine BM Güvenlik Konseyi, İsrail’in buraları ele geçirmesini işgal olarak tanımlayan ve ondan 4 Haziran 1967 sınırları gerisine çekilmesini isteyen kararlar çıkardı. Ama bu kararların uygulanması için İsrail’e herhangi bir yaptırım uygulamadı. Bununla birlikte bugün hâlâ BM kararlarında, İsrail’in buralardaki varlığı gayri meşru işgal sayılmaktadır ki ABD dışındaki ülkelerden İsrail’i resmen tanıyanlar da bu kararları geçerli sayar. ABD de Trump döneminde tepkilere yol açan adımlar atmasından önce bu kararları geçerli kabul ediyordu.

Söz konusu BM kararlarına rağmen işgal rejimi Doğu Kudüs olarak nitelendirilen şehre, buranın banliyölerine ve Batı Yaka bölgesine yahudi göçmenler için, Filistinlilerin arazilerini gasp ederek yerleşim merkezleri inşa etti. Son bilgilere göre buralarda planlı site veya plansız yerleşim alanı şeklinde 500 civarında yahudi yerleşim merkezi bulunmakta ve buralarda ikamet eden yahudi yerleşimci sayısı 700 bin civarındadır. Buralarda ayrıca yahudi yerleşimciler için tarım ve hayvancılık sahaları oluşturulması amacıyla kibbutz adı verilen çiftlikler kurulmuştur.

Başta BM ve Avrupa Birliği olmak üzere, siyonistlerin 1967 Haziran Savaşı’nda ele geçirdiği topraklar üzerindeki hakimiyetini gayri meşru işgal olarak tanımlayan kurumlar ve ülkeler işte bu zikrettiğimiz bölgelerdeki yahudi yerleşimini hukuka aykırı görmekte ve karşı çıkmaktadır. Bu yüzden de oralarda üretilen ürünleri satın almama politikaları var. Ama bu politikalarını tam bir duyarlılıkla yürüttüklerini söylemek zordur.

Ama ne yazık ki işgal rejimiyle ilişkileri normalleştirme anlaşmaları imzalayan Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn bu yerleşim merkezlerinde üretilen ürünleri “İsrail ürünü” sayarak satın alabileceğini resmen açıkladı.

İşgal rejimi her ne kadar bu bölgelere yahudi yerleşim merkezleri inşa etmiş ve göçmenleri iskan etmiş olsa da buralar resmiyette “İsrail” toprağı sayılmıyor. Netanyahu buraların en azından bir bölümünün bilhassa Ürdün Vadisi (Gavru Ürdün) olarak isimlendirilen bölgenin resmen de İsrail’e ilhak edilmesi için faaliyet başlattı. Ancak dünya genelinde onun bu girişimi tepkilere neden oldu.

ABD Başkanı Trump, Kudüs’ü işgal rejiminin başkenti olarak tanımasından sonra söz konusu yerleşim merkezlerinin de meşru ve İsrail’e ait sayıldığına dair karar çıkardı. Ayrıca uzun süreden beridir gündemde tutulan Yüzyılın Anlaşması planıyla da buraların İsrail toprağı olarak kabul ettirilmesi hedeflenmektedir.

Netanyahu, Batı Yaka bölgesindeki yerleşim merkezlerinin ve kibbutzların bir kısmının özellikle de Gavru Ürdün bölgesinin İsrail’e ilhakına dair bir yasa tasarısı hazırlattı. Ancak bazı Arap ülkeleriyle normalleşme sürecini öne çıkarmak için bunun parlamentoya sunulması işlemini erteledi. Fakat tasarıyı muhafaza ettiğini ve planından vazgeçmediğini de açıkladı. Dolayısıyla Arap dünyasındaki ihanet rejimlerinin kendilerinin normalleştirme sürecini başlatmalarının ilhak işlemini engellediği yorumları inandırıcı değildir.

Netanyahu bu arada Biden’in farklı bir strateji izleyebileceği ihtimalini bahane ederek Trump’ın son döneminde gerek Kudüs’teki gerekse Batı Yaka’daki yerleşim merkezlerinin genişletilmesi için yüzlerce yeni konut inşa edilmesine dair projeleri onayladı ki bu da kirli bir oyun ve taktiktir. Çünkü Biden’in İsrail’e karşı bir tavır sergilemesi ihtimali bulunmamaktadır.