Akdeniz’in Mavi Sularında Kızıla Boyanan Bir Beyaz Gemi

Dosya

Adı Mavi Marmara ama rengi beyazdı. Bir hilfu’l-fudul gemisi gibiydi. Çağımızın eli kanlı katili siyonistlerin abluka altına aldığı Filistinlilerin çağrısına dayanamayanların ve onlara insanlık adına el uzatmak için yola çıkmak isteyenlerin Gazze’ye götürülmesi üzere satın alınmıştı. Bundan dolayı zulme başkaldıran, haksızlığa karşı duran vicdanların buluşma aracı gibiydi.

Elbette Gazze’de ablukaya alınan mazlumlara el uzatmak ve onların yaralarına merhem sürmek isteyen duyarlı vicdan sahiplerinin sayısı çok fazlaydı. Dolayısıyla Özgürlük Filosu gemilerinde yolculuk etmek üzere müracaatta bulunanların sayısı on binleri buldu. Daha milyonlarca insanın gönlü de o yolculukta bulunmayı arzuluyordu ama kişisel şartlarının elvermemesi sebebiyle katılamayacakları için müracaatta bulunmamışlardı. Fakat onlar da maddi veya manevi destekleriyle, yardım kampanyasına katkılarıyla, tavırlarıyla veya en azından dualarıyla bu kutlu yolculuğa destek verdiler. Yani onlar da bedenleriyle olmasa da gönülleriyle bu yolculuğa katılmış, ilerleyişini de medya organları vasıtasıyla adım adım takip ediyorlardı.

Gazze’de abluka altına alınan mazlumlara ulaşmak, onlara uygulanan insanlık dışı ambargoyu etkisiz hale getirmek amacıyla yolculuğa hazırlanan Özgürlük Filosu’nun ana gemisi toplam 600 yolcu kapasitesine sahip Mavi Marmara’ydı. Türkiye’den harekete geçecek olan ve biri Kuveytli diğeri Cezayirli Müslümanlar tarafından bağışlanan Gazze ve Defne isimli diğer iki gemi abluka altındaki insanlara götürülecek yardım malzemelerini taşıyacak yük gemileriydi. Bu gemilerde sadece gemi mürettebatı ve onlara yardımcı olacak görevli elemanlar bulunacaktı. Bunların yanı sıra, daha küçük kapasiteli altı gemi de muhtelif Avrupa ülkelerinden hareket ederek filoya katılacaktı. Onların da bazıları ambargoyu kırma amaçlı yolculuğa destek veren yolcuları taşıyan yolcu gemileri, bazıları da Avrupa’dan gönderilen yardımları taşıyan yük gemileri olacaktı.

Dediğimiz gibi ambargoyu kırma yolculuğuna rağbet hayli fazla olduğundan Mavi Marmara’nın yolcu kapasitesinin yirmi katından fazla sayıda insan bu gemide yolculuk yapmak üzere müracaat etti. Dolayısıyla yolculuğu organize eden İHH görevlileri Mavi Marmara’ya sığdırılacak 600 kişinin tespitinde hayli zorluk çektiler. Bazıları bundan önceki Hayat Damarları 2 kafilesinde yer almış olmalarını referans göstererek bu yolculukta da kendilerine öncelik hakkı verilmesini istiyorlardı. Bazıları da tam tersini söylüyor birinci yolculuktan mahrum kaldıklarını hatırlatarak bu kez kendilerine öncelik verilmesini istiyorlardı. Birçokları tanıdıklarını devreye sokuyor veya yardım kampanyasında çok çaba sarf ettiklerini söyleyerek yolcu listesine alınmalarını istiyorlardı.

Aslında istedikleri bir nimet, bir çıkar temini değildi. Çünkü katılacakları yolculuğun külfetli ve zor hatta riskli bir yolculuk olduğunu biliyorlardı. Çünkü yolculuk için kampanyanın başlamasıyla birlikte siyonist işgal devleti de tehdit açıklamaları yapmaya başlamıştı. Gemilere el koyacağı ve katılanları sorgulamadan geçireceği tehdidinde bulunmaktan bile çekinmiyordu. Hatta şimdiye kadar pek çok korkunç katliama imza atmış eli kanlı siyonistin bu olayda elini kana bulamayacağından da kimse emin değildi. Dolayısıyla işin içinde hayatı feda etme gibi bir risk de vardı. Bunların hiçbiri söz konusu olmasa bile en azından ucu görünmeyen bir yolculuğa çıkılıyordu. Ne zaman biteceği kesin belli değildi. Hatta organize edenler katılmak isteyenlere en az bir aylık bir yolculuğa kendilerini hazırlamalarını öneriyor, daha fazlasını göze almaları gerektiğini hatırlatmayı da ihmal etmiyorlardı. Dolayısıyla katılacak olanlar en az bir aylığına işlerinden, evlerinden, ailelerinden ve kurulu düzenlerinden ayrı kalmayı göze almak zorundaydılar.

Bütün bunlara rağmen müracaatların çok olması ve herkesin ayrı bir referans kullanarak isminin listeye alınması için ısrar etmesi karşısında 600 yolcu kapasiteli Mavi Marmara’nın yolcu listesini oluşturmak hayli zor oldu. Bu yüzden yola çıkış tarihinin iki kez ertelenmesine rağmen hareket saatinden bir gün öncesine kadar kesin listenin oluşturulması mümkün olmadı.

Katılabilenler katılmak isteyenlerin çok az bir kısmını oluşturduklarından onlar gerçekte bu yolculuğa gönül verenlerin elçileri gibiydiler. Yani bu yolculuğun gönül yolcularının sayısı milyonları buluyordu.

O yüzden Özgürlük Filosu’nun rehber gemisi durumundaki Mavi Marmara’nın İstanbul Sarayburnu limanından uğurlanması da Antalya limanından uğurlanması da büyük bir katılımla ve coşkuyla oldu.

Filoya katılacak gemilerin buluşma yeri Kıbrıs’ın güneyinde uluslararası sularda bir noktaydı. O noktaya da ilk önce Mavi Marmara ulaştı ve diğerleri ardından gelmeye başladı. Avrupa’dan gelecek gemilerin gecikmesi sebebiyle Mavi Marmara yolcuları söz konusu buluşma noktasında iki gün beklediler. Bu süre içinde gemi içinde çeşitli etkinlikler, sohbet toplantıları, programlar düzenlendi. Bekleme esnasında Avrupa’dan gelecek gemilerden üçünün arıza sebebiyle gelemeyeceği haber verildi. Daha sonra bu gemilerin katılmasının sabotaj ve entrikalar sebebiyle engellendiği öğrenildi. Yunanistan’dan gelecek bir geminin yolcuları bekleme noktasında Mavi Marmara’ya aktarıldı. Buluşma noktasına ulaşabilen üç Avrupa gemisi de filoya katıldı. Böylece baştan dokuz olarak planlanan ama üç geminin katılamaması sebebiyle altı gemiye düşen filo 30 Mayıs 2010 tarihinde akşama doğru Gazze’ye doğru harekete geçti.

Herkes heyecanlı bir şekilde ilerliyordu. Bu, tedirginlik ve ümidin iç içe girdiği bir heyecandı. Çünkü bir yandan Gazze’yle aradaki mesafe kısaldıkça yolcularda emanetleri sahiplerine ulaştırmanın ve mazlumlarla kaynaşmanın, kucaklaşmanın ümidi pekişiyordu. Bir yandan da siyonist işgalcilerin tehditlerinin dozu artıyordu ve kimse ne yapacağını bilmiyordu. Bu tereddüt ister istemez bir tedirginliğe sebep oluyordu. Ama hiç kimse işgal güçlerinin tehditlerinden korkmuyordu; herkes onun bütün tehditlerine rağmen Gazze’ye uygulanan insanlık dışı ambargonun kaldırılması için kapıları zorlamakta kararlıydı.

Ama hiç kimsenin işgalci siyonistlerle herhangi bir çatışmaya girme niyeti yoktu. Çünkü bu tamamen sivil bir eylemdi. Kimse yanına askeri güçlerle çatışmada işine yarayacak kasatura dahi almamıştı. Herhangi bir ateşli silahın veya çatışma amaçlı kullanılacak kesici aletin sokulmasına imkân verilmemesi için Antalya limanında bütün yolcular ve yanlarındaki eşyaları sıkı aramadan geçirildikten sonra gemiye alınmıştı.

Filo Kıbrıs’ın güneyindeki buluşma noktasından Gazze’ye doğru harekete geçtikten sonra gemide bulunan yazarlarla ve kanaat önderleriyle yapılan istişare toplantısında da siyonistlerin filonun önünü kesmeleri durumunda orada durulması, filonun önünün açılması için diplomatik kanallara başvurulması ve medya araçları vasıtasıyla sivil inisiyatiflerin devreye sokulması böylece işgalcilerin yolları açmaya zorlanması için kitlesel tepkiden yararlanılması, işgalcilerle fiilen karşı karşıya gelinmemesi kararlaştırılmıştı.

Gece saat 24.00 sıralarında yani 30 Mayıs Pazar’dan 31 Mayıs Pazartesi’ye girdiğimiz dakikalarda epey uzaklardan bizi takip eden iki geminin ışıkları göründü. Yine aynı dakikalarda kaptan köşkünden gelen haberlere göre işgal güçlerine ait olduğu anlaşılan bu gemilerden kaptanla irtibata geçmiş ve “Nereye gidiyorsunuz?” diye sormuşlar. Kaptan “Gazze’ye” cevabını verince geri dönmesini istemiş ve tehdit etmeye başlamışlar.

Bu tacizin başladığı sırada gemiler “İsrail” kontrolü altındaki sahillere yaklaşık 120 mil uzaklıktaydı. Yani işgal yönetimi deniz kuvvetlerinin Gazze’ye yardım götürmeye çalışan Özgürlük Filosu’nu tehdit ve taciz faaliyetleri 120 mil mesafede başladı. İşgal yönetimi bir yandan da tatbikat bahanesiyle askerî kapalı alan ilan ettiği karasularının mesafesini 60 mile çıkardığını açıklamıştı. Oysa uluslararası yasalara ve açık denizlerin kullanımıyla ilgili anlaşmalara göre hiçbir ülkenin askerî tatbikat bahanesiyle de olsa sahilden 20 mil ötesini kapalı alan ilan etme yetkisi yok.

Siyonist işgal yönetimi bütün dünyaya meydan okuyarak askerî kapalı alan ilan ettiği karasularının mesafesini 60 mile çıkarmak suretiyle Özgürlük Filosu’nun önünü askerî tatbikatla kesmek istiyordu. Arkadan da yine askerî deniz araçlarıyla takibe almış, tehdit ve tacizlere başlamıştı.

Başlangıçta Özgürlük Filosu kaptanlarına ne tarafa gittiklerini soran ve geri dönmeleri talebinde bulunan siyonist korsanlar gece saat 02.00’den sonra telsiz irtibatını tamamen kestiler. Herhangi bir sözlü uyarı yapmıyor ama takip ve tacize devam ediyorlardı. Bazen gemilere yaklaşıp şiddetli ışık yöneltiyor, bazen de uzaklaşıyorlardı.

Deniz ulaşımıyla ilgili uluslararası yasalara aykırı olmasına rağmen, Mavi Marmara kaptanı işgalcilerin askerî kapalı alan ilan ettiği bölgeye girmemek için 75 milden itibaren geminin rotasını güneye yani Süveyş’e doğru çevirdi. Diğer gemiler de onu takip ediyordu. Tam bu sırada sabah namazının vakti de girdi.

Saat 04.10’da Mavi Marmara yolcuları arka güvertede cemaatle sabah namazını kılmaya başladı. O sırada siyonist korsanlar henüz epey uzakta görünüyorlardı. Fakat biri birden hızlandılar. Belli ki tam cemaatin namazda olduğu sırada ani bir baskın düzenlemek ve önce altı yüz kadar yolcu taşıyan Mavi Marmara’da kontrolü ele geçirmek istiyorlardı.

İmamın namazı biraz uzatmasına ve ikinci rekatta uzunca bir kunut duası okumasına rağmen hızla gemiye doğru ilerleyen korsanların hücum botları tam cemaatin tahiyyata oturduğu sırada geminin yakınlarına geldi. Cemaati tam da namaz esnasında yakalama telaşı içinde oldukları hemen yakına gelir gelmez bombaları patlatmalarından anlaşılıyordu. Bomba seslerinin duyulmasının hemen ardından imam selam verip namazdan çıktı ve hiç kimse paniğe kapılmadan herkes güvertelerde yerlerini aldı.

Önce arkadan saldırıya geçen korsanlar geminin üzerine ses, gaz ve sis bombaları attılar. Ses bombalarının korku ve telaşa sebep olmasını, sis ve gaz bombalarının da hareketleri engellemesini bekliyorlardı. Fakat hiç kimse telaşa kapılmadığı gibi sis ve gaz bombalarının saçtığı dumanı da rüzgâr hızla dağıttı. Çok hafif yanmalar dışında kimseye bir tesiri olmadı.

Yolcuların, korsanların hücumbotlarının üzerine hortumlarla su sıkması, gemide buldukları cam şişelerini ve benzer maddeleri atmaları üzerine gemiye çıkma cesareti gösteremedi ve kenara çekilmek zorunda kaldılar. Bu arada plastik mermilerle yolcuların üzerine saldırıyorlardı. Ama mermiler alttan yukarıya doğru dikine atıldığı için çok isabet etmiyor, güvertelerin tavanlarına çarpıp düşüyordu.

Bir yandan da geminin güvertelerine çengeller attılar. Fakat yolcular anında gemiyi çengellerden kurtarmayı başardılar.

Yanlardan hücumbotlarıyla gemiyi kontrol altına almalarının mümkün olamayacağını anlayan siyonist korsanlar bu kez kendi açılarından zor olacağını bildikleri halde havadan helikopterlerle asker indirmeye başladılar. Baskın esnasında havada da dört helikopter dolaşıyordu.

Helikopterden inen askerler doğrudan kaptan köşkünü hedef alıyorlardı. Birinci helikopterden beş asker indirildi. Fakat kaptan köşküne saldırıyı engellemeye çalışan yolcular inen askerlerden üçünü anında kontrol altına almayı başardı. Diğer ikisi ise korktukları için kendileri denize atladılar. Kontrol altına alınan üç askere, etkisiz hale getirme müdahalesi dışında hiçbir şiddet uygulanmadığı, bilakis gemideki doktorlar tarafından yaraları sarıldığı halde fena halde titremeleri, altlarını pisletmeleri dikkat çekiciydi.

Birinci helikopterden indirdiği askerlerin başarılı olamadığını gören siyonist korsanlar bir süre gemiyi havadan takibe aldılar. Ama aradan çok vakit geçmeden iki helikopterle saldırıya geçtiler. Bu helikopterlerle önce üst güvertedeki yolculara gerçek mermilerle çapraz saldırılar düzenlediler. Ardından da hızlı bir şekilde 14 asker birden indirdiler. Bu arada çevrede sayıları 30’u bulan hücum botlarıyla yine gerçek mermilerle Mavi Marmara yolcularının üzerine adeta ateş yağdırıyorlardı. Gerçek mermilerin kullanılması sebebiyle kaptan köşkünün etrafındaki yolculardan bazılarının şehit edilmesi, bazılarının da yaralanması işgalci korsanların artık iyice gözlerini kan bürüdüğü, hiçbir şeyi dikkate almadan önlerine çıkanı öldürmeye başladıkları anlaşılmıştı. Yolcuların ise herhangi bir silahlı çatışmaya girme niyetleri olmadığı gibi böyle bir hazırlıkları da yoktu. Kontrol altına alınan askerlerin üzerlerindeki silahlar ve bombalar da kullanılmayıp denize atılmıştı. Dolayısıyla artık korsanlara karşı herhangi bir mukavemet gösterilmemesi istendi.

Verilen bilgilere göre, normalde filoyu dört dakikada kontrol altına almayı planlayan işgalci korsanların, yolcularından bir kişide bile basit bir tabancanın bulunmadığı Mavi Marmara’yı kontrol altına almaları bir buçuk saat sürdü.

Siyonist korsanların asıl vahşi yüzleriyle karşı karşıya gelmemiz gemiyi kontrol altına almalarından sonra oldu. Önce geminin üst güvertesiyle alt katları arasındaki irtibatı kesmeye çalıştılar. Yolcular herhangi bir direniş göstermedikleri halde bazı kısımlarda gerçek mermilerle saldırmaya devam ediyorlardı. Durumları ağır olan yaralı arkadaşlarımız vardı ve onların bir an önce hastaneye ulaştırılması gerekiyordu. Saldırganlar oyalama yapıyor, hem ağır yaralıların helikopterlerle hastanelere naklini geciktiriyor hem de onlara acil tıbbi malzeme ulaşmasını engelliyorlardı.

Şehit edilen kardeşlerimizin hepsi yakın mesafeden atılan mermilerle ve öldürücü yerlerine ateş edilmesi suretiyle öldürülmüşlerdi. Gazeteci Cevdet Kılıçlar fotoğraf çektiği sırada iki kaşının arasına mermi sıkılması suretiyle şehit edilmişti. 19 yaşındaki Furkan Doğan yakın mesafeden yüzüne dört mermi sıkılması suretiyle şehit edildi. Şeyh Raid Salah’a benzettikleri İbrahim Bilgen’i yüzünden vurarak şehit ettiler.

Yaklaşık elli arkadaşımız da vücutlarının muhtelif yerlerine mermi isabet etmesi suretiyle yaralandı. Plastik mermi isabet etmesi sonucu bedenlerinde şişme ve kan toplanması meydana gelen yaralılar ve işgalci saldırganların yumruk ve dipçik darbeleriyle hafif yara alanlar bu sayıya dâhil değildir. Çünkü onlar işgal yönetiminin hastanelerine girmeyi istemediklerinden yaralı listesine hiç girmediler. O gibi yaralar alanlar veya maruz kaldıkları kötü muamelelerden dolayı psikolojik sorunlar yaşayanlar bütün tedavilerini Türkiye’ye döndükten sonra yaptırdılar.

Şehit edilen kardeşlerimizin cesetleri ambülans helikopterlerle morglara götürüldü. Fakat geminin katları arasında geçişi kontrol altına alan korsan askerler ölü ve yaralı sayısı, yaralıların durumu, hangi hastanelere kaldırıldıkları hakkında arkadaşlarımıza herhangi bir bilgi vermediklerinden bütün bu hususlarda bir belirsizlik hâsıl oldu. İşgalci korsanlar bunu kasten yapıyor, saldırının yol açtığı durumun yolcular tarafından net bir şekilde bilinmesini istemiyorlardı. Geminin uydu bağlantıları da kesildiğinden artık hiç kimse Internet veya telefon vasıtasıyla ülkesiyle irtibata geçemiyordu.

Normalde gemiye hiçbir silah ve patlayıcı madde sokulmadığı, ilk helikopterden inen askerlerden alınan silahlar ve bombalar da denize atıldığı için yolcularda herhangi bir silah ve patlayıcı madde mevcut değildi. Buna rağmen işgalci askerler yine de yolcularda silah bulunabileceğinden veya askerlerden alınan silahların saklanıyor olabileceğinden korktukları için salonlara girmekten çekiniyorlardı. Zaman zaman kapılara şiddetle vurmalarına ve camlardan silahlarını göstererek tehdit etmelerine rağmen içeri girmiyorlardı. Yaklaşık bir iki saat süreyle civardaki teknelerden yapılan takviyelerle geminin tüm güverteleri kontrol altına alındıktan sonra yolcuları silah tehdidiyle teker teker güvertelere çıkmaya zorlayıp kollarına kelepçe vurdular. Bu şekilde kollarına kelepçe vurulan yolcular güvertelerde diz üstü çökertilerek sıraya dizildi. Birçoklarının kolları arkadan ve sıkı bir şekilde kelepçelendi. Böyle kelepçelenmesi hem ellerinde kan toplanmasına hem de omuzlarının şiddetli bir şekilde acımasına sebep oluyordu. Bu şekilde aşağılayıcı muameleye tabi tutulanlar arasında ülkelerinde binlerce kişinin oyuyla parlamentoya girmiş milletvekilleri, ilgiyle takip edilen yazarlar, sanatçılar, kanaat önderleri, etkili derneklerin, vakıfların, sendikaların ve benzeri sosyal kurumların genel başkanları, politik şahsiyetler, dava önderleri, hareket liderleri vardı.

Siyonist korsanların kendilerini bu derece rahat hissedebilmelerinin ve bütün bu çirkin muameleleri yapma cesareti göstermelerinin sebebi ise şimdiye kadar işledikleri cinayetlerin, saldırıların, korsanlıkları hep cezasız kalması, çağdaş emperyalizmi arkalarına almış olmanın verdiği şımarıklıktı.

Salonlardaki yolcular dışarı çıkarıldıktan sonra işgalci korsanlar yanlarındaki eğitilmiş köpeklerle buralara girip arama yaptılar. Tekrar salonlara girdiğimizde valizlerimizin tamamen boşaltıldığını, bilgisayar, kamera, cep telefonu, fotoğraf makinesi gibi elektronik aletlerin alındığını, giyim eşyalarının ve daha başka özel eşyaların da bazılarının yerlere savrulduğunu, bazılarının da köşelere üstüste yığıldığını gördük. Üstelik içeri girdikten sonra kimsenin eşyasına dokunmasına izin verilmedi.

Güvertelerde tutuldukları süre içinde tuvaletlere gitmeleri engellenen yolculara salona geçtikten bir süre sonra tuvalete gitmek için izin verilmeye başlandı. Fakat korsanlar kendileri tuvaletleri usülüne uygun kullanmadıkları için birçoğu tıkanmıştı ve kullanılabilir durumda çok az sayıda tuvalet kalmıştı. O yüzden korsanların baskınlarından önce yeterli sayıda tuvalet bulunduğu için sıra beklemeyen yolcular bu kez sıraya girmek ve en az bir saat sıra beklemek zorunda kalıyorlardı. Bunun yanı sıra yolcuların bir çoğunun tuvalete girerken bile kollarındaki kelepçelerini açmadıkları için bu şekilde tuvalete girmek, temizlenmek ve abdest almak zorunda kalıyorlardı.

Bu şekilde eziyet ve işkence ile dokuz saat süren yolculuktan sonra gemiler Usdud (Aşdot) limanına yanaştırıldı. Limana yanaştıktan sonra da işgalcilerin yalancılıkları, sahtekârlıkları, ahlâksızlıkları bütün çıplaklığıyla karşımıza çıktı. İçişleri Bakanlığı’nın elemanları olduklarını ileri süren bazı kişiler gemilere girip yolcuların önce aşağı indirilerek giriş işlemlerinin yapılacağı, bunun sadece 15dakika süreceği, sonra kendilerine yemek verileceği, ardından isteyenlerin gemiye dönüp eşyalarını alabilecekleri, sonra da herkesin uçaklarla ülkelerine gönderilecekleri iddiasında bulundular. Oysa yolcuları önce teker teker, sonra dörder dörder aşağı indirdiler. Kelepçeleri çözülmüş olanların kollarına yeniden kelepçe vuruyor, ardından uzun bir sorgulama ve aşağılayıcı bir kayıt işleminden sonra yemek yemelerine ve gemideki eşyalarını almalarına fırsat vermeden bilinmeyen bir yere götürüyorlardı.

Gemi limana yanaştığında 31 Mayıs Pazartesi günü saat 19.00’du. Bana sıra tam yedi saat sonra yani 1 Haziran Salı gece 02.00’de geldi ve ben çağrıldığımda bulunduğum salonda daha birçok kişi bekletiliyordu. Liman kenarında kurulan çadırlarda beni önce bir sorgudan geçirdiler. Sorgulamada Türkiye göçmeni yahudilerden olduğunu tahmin ettiğim bir kişi tercümanlık yapıyordu. Sonra da bir an önce çıkmam için iki kâğıt imzalamamı istediler. Kâğıtlardan biri İbraniceydi ve ben içeriğinin ne olduğunu anlamadığım bir kâğıda imza atmayacağımı söyledim. Onun için fazla ısrar etmediler. İkinci kâğıt Türkçeydi ve 72 saat içinde çıkarılmayı kabul etmemi istiyordu. Ben zaten istemediğim bir yere getirildiğimi ve bir an önce de çıkarılmak istediğimi belirterek o kâğıdı imzaladım.

Sorgulamada mütercimlik yapan şahsın bana yaptığı açıklama ilginçti: “Seni yarından itibaren müsait olan ilk uçakla İstanbul’a gönderecekler. Ama ilk seferlere yetişmen imkânsız. Dolayısıyla bu gece bir yerde kalman lâzım. O yüzden seni yeni model bir cezaevine yerleştirecekler.” Adamların misafirhaneleri de zindan. Kalacak başka uygun bir yerleri olmadığından cezaevine yerleştireceklermiş. Ama orası “yeni model!” bir cezaevi imiş, lüks, beş yıldızlı bir cezaevi. Ardından göstermelik bir doktor muayenesinden geçirdikten sonra cezaevi araçlarına bindirerek Bi’ru’s-Sebu (Ber Şeva) Cezaevi’ne götürdüler. Gittiğimiz cezaevi gerçekten “yeni model”di. Çünkü girdiğimiz koğuşlara ilk kez bizi yerleştiriyorlardı. Muhtemelen siyonistler bundan sonra yabancı konuklarını orada ağırlamayı düşünüyorlar. Şartları Filistinli tutsakların kaldığı cezaevlerinin şartlarına nispetle bayağı iyi. Ama ne olursa olsun sonuçta zindana giriyorsun. Dünyayla irtibatın kesiliyor. Zindandan ailelerimize telefon etmemize îzin vereceklerini söylemelerine rağmen bu sözlerini de yerine getirmediler. Işıkla irtibatın kesiliyor. Bir hücreye kapatılıyorsun ve kapı üzerine kilitleniyor. Mezar gibi bir yerdesin. Böylece esirlerin karşı karşıya olduğu hayatı da daha iyi anlıyorsun.

Zindan görevlilerinin tutumu adeta bizimle uzun bir süre birlikte olmaya hazırlandıkları intibaı veriyor. Gecelik, diş fırçası, diş macunu filan dağıtıyorlar. Üstelik bu kadarla da yetinmiyorlar ve baş gardiyan, “yarın konsolosunuz gelecek, yemek saatlerini, yatış saatlerini, ara bölmeye çıkma saatlerinizi belirleyeceğiz” diyor. Şaşırıyoruz, acaba adamlar psikolojik işkence yapmaya mı çalışıyorlar yoksa gerçekten bizi burda uzun bir süre ağırlamaya mı niyetliler, diye düşünüyoruz. Dünyayla irtibatımız kesildiği için hakkımızda neler olup bitiyor haberimiz yok. Aile efradımız bizi öldü mü sanıyor yoksa yaşadığımızdan haberleri var mı bilmiyoruz. Bırakın bunları bizimle aynı koğuşa konulanların dışında kalan yol arkadaşlarımızdan bile haberimiz yok.

“Peki, biz burdan ne zaman çıkacağız?” diye soruyoruz. Baş gardiyan “o sizin hükümetinizin ilgisine bağlı!” cevabını veriyor. “Hükümetimiz ilgi göstermiyor mu?” diye soruyoruz. “Biz haber verdik ama henüz bir cevap alamadık” diyor bu kez. Tabii siyonistin yalancılığını, sahtekârlığını ve ahlâksızlığını iyice yakından tanıdığımız için bu sözler bize inandırıcı gelmiyor.

Ben, konsolosla veya konsolosluktan bir yetkiliyle görüşmek istediğimi söyledim. “Biz haber verdik, gelirse görüşürsün” dedi. Az sonra içeri giren bir cezaevi görevlisi doğruyu söyledi ve dışarıda 22 ayrı ülkenin konsolosluk görevlilerinin cezaevi müdürüyle pazarlık yaptığını ifade etti. Sonuçta konsolosluklardan gelen temsilcileri içeri almak zorunda kaldılar ve dünyada olan bitenlerden onların vasıtasıyla haberdar olduk. Onların verdiği bilgiler bizi rahatlattı ve işgal güçlerinin bu tepkilere dayanamayacağını, bizi bırakmak zorunda kalacağını tahmin ettik. Sonra yapılan anlaşmalar doğrultusunda her bir ülke vatandaşını ayrı ayrı çıkarmaya başladılar. Fakat bazı Avrupalı ve Amerikalı arkadaşlarımız Müslüman tutsaklar serbest bırakılmadan kendilerinin çıkmayacağını bildirerek güzel bir vefa örneği ortaya koydular. Bu arada Türkiye hükümetinin de sert bir tepkisiyle karşı karşıya kalan siyonist işgal yönetimi ertesi gece daha sabahı beklemeden saat 02.00’de bizi yataklarımızdan kaldırıp çıkış işlemlerini yaptı ve Tel Aviv yakınındaki Ben Gurion Havaalanı’na getirdi. Fakat havaalanında birlikte hareket ederek en son tutsak getirilip uçağa bindirilmeden uçakların kalkmayacağını bildirdik. Bu amaçla üç farklı uçağa bindirilen yolcular Türkiye’nin gönderdiği milletvekillerinin de aracılığıyla ayrı ayrı tespit edildi. Eksik arkadaşlarımızın belirlenmesi için saatlerce uğraştık. Bazılarını kimsenin bilmediği hastanelere götürmüş ve oralarda gizliyorlardı. Tabii bu arada kendilerine ulaşamadığımız arkadaşlarımızdan bazılarının denize atılmış olabilecekleri endişesi de vardı içimizde. Sonuçta hepsi Türkiye vatandaşı olan dokuz şehit kardeşimiz dışında tüm yolcuların hayatta olduğu öğrenildi ve hepsinin yerleri tespit edildi, Allah’ın izniyle. Ama sayıyı tamamlama işlemi yaklaşık dokuz saat sürdü. Çünkü işgalci siyonist devlet yetkilileri kasten engel çıkarıyor, uçaklara bindirilmedikleri anlaşılan kardeşlerimizin nerelerde oldukları hakkında kasıtlı olarak bilgi vermiyor ve işlerimizi bilerek aksatıyorlardı.

Yaralı oldukları için hastanelere nakledildikleri anlaşılan kardeşlerimizden üçünün durumu ağır olduğu ve yoğun bakımda oldukları için uçağa bindirilmelerine izin verilmemişti. Onların başında da Türk doktorlar bekleyecek ve yoğun bakımdan çıkıncaya kadar kendileriyle ilgileneceklerdi. Bunların dışında henüz çıkış işlemleri yapılmamış Özgürlük Filosu yolcularının tümü uçaklara bindirildi. Türkiye hükümeti sadece kendi vatandaşlarının değil Özgürlük Filosu’na katılan bütün yolcuların serbest bırakılmasında ısrar ederek bir tek kişiyi dahi ihmal etmeden yaralı veya sağlıklı herkesin uçaklara bindirilmesini sağladı. Şehitlerin de tümünün cenazelerini teslim aldı.

Bu şekilde sayı tamamlandıktan sonra yaralılar bir ambülans uçakla Ankara’ya, sağlıklı olanlar üç ayrı uçakla İstanbul’a, şehitlerin cenazeleri de bir askerî uçakla yine İstanbul’a doğru harekete geçti.

Ben Gurion Havaalanı’ndan ayrılırken siyonist işgalcilere verdiğimiz son mesaj da şu olmuştu:

“Biz hepimiz Filistinliyiz! Yine geleceğiz! Yine geleceğiz! Yine geleceğiz!”

İstanbul’a indiğimizde 3 Haziran sabahı saat 04.00 civarıydı. Bu derece geç bir saatte ulaşmamıza rağmen havaalanında çok büyük bir kalabalığın bizi coşkuyla karşıladığını gördük. O saatte İstanbul’un en büyük meydanlarından olan Taksim’de de aynı büyük kalabalık toplanmıştı.

Biz inanıyoruz ki Özgürlük Filosu şehitleri insanlık için yeni bir çığır açtı. Bu çığır artık siyonist vahşetin insanlığa bütün çıplaklığıyla tanıtıldığı ve kurduğu korku saltanatının da yıkılmaya başladığı çığırdır.

İrtibatlı Yazılar:

Özgürlük Filosu (Mavi Marmara) Yazıları